YAVUZ SULTAN SELİM’İN MISIR SEFERİ,

MERCİDABIK (1516) VE RİDANİYE (1517) MEYDAN MUHAREBELERİ

 

  Yazan: İzzettin ÇOPUR 
(E) Tnk. Kd. Alb.

1. GİRİŞ

Yavuz Sultan Selim’in[1] ordusu ile birlikte İstanbul ve Rumeli’den Kahire’ye ulaşan uzun ve meşakkatli yürüyüşünden sonra Mısır Memlûk Devleti’ne karşı yapmış olduğu Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) Meydan Muharebelerini kazanması müstesna zaferdendir. Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz topraklarının Osmanlı hâkimiyetine girmesi ile sonuçlanan bu büyük tarihi olaylar;

A. Mercidabık ve Ridaniye Meydan Muharebelerinin sebepleri,

B. Muharebelerden önce iç ve dış siyasi olaylar ile Anadolu’da ele geçirilen yerler,

C. Mercidabık Meydan Muharebesi (24 Ağustos 1516),

D. Suriye ve Filistin’in alınması,

E. Gazze (Han Yunus) Muharebesi (21 Aralık 1516),

F. Osmanlı Ordusunun Sina (Tih) Çölünü geçişi ve Mısır topraklarına girişi,

G. Ridaniye Meydan Muharebesi (22-23 Ocak 1517),

H. Kutsal Emanetlerin Yavuz Sultan Selim’e teslimi ile Hilafetin Osmanlılara geçmesi,

I. Yavuz Sultan Selim ile Osmanlı Ordusunun İstanbul’a dönüşü,

İ. Mısır Seferi’nin İdari ve Lojistik Faaliyetleri,

J.Mercidabık ve Ridaniye Meydan Muharebelerinin sonuçları başlıkları adı altında incelenecektir.

2. MERCİDABIK VE RİDANİYE MEYDAN MUHAREBELERİNİN SEBEPLERİ

A. 1502 yılında İran’da Şah İsmail’in Şiî Safavi Devleti’ni kurması ile beraber doğuda üç rakip devletin (Osmanlı Devleti, Mısır Memlûk Sultanlığı ve İran Safavi Devleti) Jeopolitik, stratejik, siyasî, askerî, ekonomik, psiko-sosyal ve hatta dinsel üstünlük sağlamaya çalışmaları… Eski kıtaların jeopolitik merkezini oluşturan Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgelerine egemen olmak istemeleri,

B. Mısır Memlûk (Kölemen) Devleti’nin; Mısır’ın güvenliği için o tarihte sınırları içerisinde bulunan Suriye, Filistin topraklarında ve Doğu Akdeniz alanında mutlak hâkimiyetlerini korumak ve devam ettirmek istemesi… Ayrıca Güneydoğu Anadolu’da Ramazan oğulları yönetimindeki Çukurova ve Toroslar bölgesiyle, Dulkadiroğulları’na ait Maraş ve Elbistan bölgelerini ve hatta Malatya çevresini Osmanlı Devleti’ne karşı tampon bölge olarak elde bulundurmak maksadı ile tecavüzkâr hareketlerde bulunmaları, Ayrıca Osmanlıların doğu ve güneye doğru genişleme siyasetini kendileri için sakıncalı görmeleri,

C. Mısır Memlûk Devleti’nin bünyesinde İslâm Dini’nin lideri olduğu iddia edilen son Abbasi halifesinin bulunması nedeniyle bu devletin İslam dünyası üzerinde geniş bir nüfusa sahip olması; haliyle Osmanlı Devleti’nin bu durumu, (yükselen bir İslâm Devleti sıfatıyla) içine sindirememesi ve dinî üstünlüğü de ele almak istemesi,

D. Osmanlı İmparatorluğu’nun; Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun güvenliği yönünden stratejik savunmaya müsait en ileri sınırlarına ulaşmak, Anadolu’nun birliğini ve bütünlüğünü sağlamak amacı ile güneyde Toroslar’ı, Amanos ve Nur Dağları ile Fırat ve Dicle havzalarını… Doğuda Zagros dağları ile Kars ve Erzurum yaylalarını ele geçirmeyi hedeflemesi, bu nedenle sınırlarındaki taciz ve tecavüzleri varlığına yönelik ve tahammül edilmez bulması,

E. İran hükümdarı Şah İsmail’in, körüklediği Şii propagandasının Teke (Antalya), Bayburt ve Sivas dolaylarında daha fazla olmak üzere bütün Anadolu ve Rumeli’ye de yaygın bir hal alması Bundan dolayı II. Beyazıt döneminde başlayan Osmanlı topraklarını parçalamayı amaçlayan Şahkulu (1511) ile Nur Ali Halife Rumlu (1512)  gibi din ve mezhep ağırlıklı ayaklanmaların çıkması,

F. Yavuz Sultan Selim’in başından beri önce doğuda genişleyen Şiî tehlikesi nedeni ile Şah İsmail’in liderliği altındaki İran Şiî Safavi Devleti’ni ortadan kaldırmayı, daha sonra da güneyde Mısır Memlûk Sultanlığı’nı da yenerek Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’ya egemen olmayı amaçlaması… Ayrıca hilafeti elde etmek sureti ile de Osmanlı Devleti’nin önderliğinde Sünnî bir İslam imparatorluğunu kurmayı hedeflemesi, [2]

G. Portekizlerin Hindistan umumi valisi Albukrek’in, Şah İsmail’le ortak bir harekâta girişerek bütün Hicaz’ı ele geçirmeyi, Cidde’yi düşürdükten sonra Mekke’yi ele geçirip Kâbe’yi yerle bir etmeyi ve daha da ilerisi Hz. Muhammed’in mezarını Hıristiyan topraklarına kaçırmayı planlaması… Bütün bu sinsi planları casusları vasıtasıyla haber alan Yavuz Sultan Selim’in fazla vakit geçirmeden Memlûk Devleti’ne son verip kutsal toprakları emniyete almayı en öncelikli hedef olarak tayin etmesi, [3]

H. Yavuz Sultan Selim’in, Osmanlı tahtına çıktığı zaman ondan kaçarak Mısır’a sığınmış olan Şehzade Ahmed’in oğullarından Süleyman ve Alâeddin’in, daha sonra da Kâsım’ın Mısır Memlûk Sultanı Kansu Gavri tarafından himaye edilmesinden (bu şehzadelerin kendi tahtına karşı kullanılabileceği endişesi ile) rahatsızlık duyması ve bu meseleyi (gerekirse yerinde) halletme kararında olması,

İ. Yavuz’un, Çaldıran Seferi’ne katılma konusunda 23 Haziran 1514’de yaptığı daveti, yaşlılığını ileri sürerek reddeden Dulkadiroğulları Beyi Alaüddevle’nin bu hareketinin Memlûk Sultanı Kansu Gavri tarafından arkadan arkaya desteklenmesi, Memlûk Sultanının Osmanlıların düşmanlarıyla gizli ittifaklara girişmesi veya padişahın böyle olduğuna hükmetmesi,

İ. Memlûk Sultanı Kansu Gavri’nin, 1515 yılı Nisanında Yavuz Sultan Selim’e gönderdiği mektupta özetle; “Alaüddevle’nin kendi taraflısı bulunduğunu, ondan önce Dulkadir Beyi olan Şensuvar’ın oğlu Ali’nin Kayseri-Bozok Valiliği’ne atandırıldığını duyduğunu, kendisine de başka taraflarda sancak verilmesinin uygun olacağını...” [4] Bildirmesi ile Memlûk Sultanı’nın Osmanlı Devleti’nin egemenliğine ve iç işlerine karışması, bu girişimin kabul edilemez ve cezalandırılmaya müstahak bulunmasıdır.

J. Son olarak, Yavuz Sultan Selim’in, “Cihan hâkimiyeti mefkûresi” düşüncesi ile önce Müslüman ülkeleri hükümdarlığı altına almak istemesi, ayrıca Müslüman milletleri tek bir bayrak altında toplamasını müteakip, batıya yürüyerek Roma ve Viyana’nın zaptıyla bilinen dünyanın büyük bölümünde cihan hâkimiyetini tesis etmeyi hedef olarak seçmesi,

 3. MUHAREBELERDEN ÖNCE İÇ VE DIŞ SİYASİ OLAYLAR İLE ANADOLU’DA ELE GEÇİRİLEN YERLER

A. İç ve dış siyasi olaylar

II. Beyazıt döneminde Osmanlılarla Memlûklar arasında Çukurova bölgesinde 1485-1491 yılları arasında altı yıl süren savaş sonunda gerek Osmanlılar, gerekse Memlûklar para, insan ve araç-gereç bakımından büyük kayıplara uğramış, her iki taraf da kesin bir sonuç elde edememişlerdi. Neticede 1491 yılında Osmanlı-Memlûk Barış Antlaşması imzalanarak, Osmanlılar Çukurova’yı Mısır Memlûk Devleti’ne [5] bırakmıştı.

Doğuda ise Şah İsmail 1502 yılında İran Safavi Devleti’ni kurarak Osmanlı Devleti için yeni bir tehlike oluşturmuştu. Bu durumdan Türkler aleyhine yararlanmak isteyen Avrupa, özellikle Papalık makamında oturan X. Leon, İngiltere, Fransa, İspanya, Venedik, Macaristan gibi Avrupa devletleri ile yeni bir Haçlı Seferi düzenlemeyi plânlamış ancak muvaffak olamamıştı.

İran Safavi Devleti Başkanı Şah İsmail’in körüklediği Şiî propagandası, Antalya, Bayburt ve Sivas dolaylarında daha yoğun olmak üzere Anadolu ve Rumeli’de yaygın bir hal almış ve yer yer ayaklanmalar çıkmıştı. Bunların en önemlileri II. Beyazıt döneminde başlayan Şah kulu (1511) ve Nur Ali Halife Rumlu (1512) ayaklanmaları idi. Kökü dışarıda olan, türlü istismarlarla beslenen ve yerel yöneticilerden kimilerinin yanlışlıkları ile çığırından çıkabilen bu din ve mezhep kavgaları, memleketin iç durumunu temelinden sarsma ve hatta yurdu parçalama eğilimine girmekteydi.

 

 II. Beyazıt’ın özellikle son dönemlerindeki yumuşak ve uysal idaresi altında, bütün işlerin bırakıldığı vezirler ile kadı, müftü, kazasker, beylerbeyi gibi bazı devlet adamları bu otorite zafiyetinden kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmak istemişlerdi. Bu durumda ekonomik ve sosyal düzen sarsılmış;  rüşvet, baskı ve soygunlar nedeniyle ahlakî yozlaşma ve manevî çözülmeler yanında ülkenin ekonomik ve mali dengeleri de bozulmuştu.[6]

Yavuz Sultan Selim, 24 Nisan 1512 yılında padişahlığa gelmesi ile birlikte dürüst ve adaletli idaresine kişisel sertliğini de katmak suretiyle oldukça kısa bir sürede yukarıda belirtilen olumsuzlukların önemli ölçüde önüne geçmeyi başarmış ve memlekette dirlik ve düzeni sağlamıştı.

Osmanlı İmparatorluğunun Anadolu ve Rumeli olmak üzere iki ana kısımdan oluşuyordu. Anadolu’nun, 1515 yılı başlarında doğuda ve güneyde sınırları, genel olarak Trabzon doğusu – Sivas doğusu, Kayseri doğusu – Niğde doğusu ve Silifke doğusundan geçiyordu. Bu hattın doğusunda kalan Malatya, Elbistan ve Maraş (Kahramanmaraş) yöresinde Dulkadir Beyliği, Çukurova bölgesinde de Ramazanoğulları vardı. Güneyin geri kalanı ise Memlûk topraklarıydı. Aslında Dulkadir Beyliği ile Ramazanoğulları, bazen Osmanlı, bazen de Memlûklarının etkisi altında kalan iki tampon beylikti. Ramazanoğulları’ndan sonra Dulkadir Beyliği de Osmanlı-Memlûk savaşları öncesinde (12 Haziran 1915) ortadan kaldırılmış ve Osmanlı topraklarına katılmıştı. Böylece Osmanlı ülkesi güneyde Memlûklara ait Suriye topraklarıyla sınırdaş olmuştu.

 B. Çaldıran Meydan Muharebesi

Yavuz Sultan Selim devletin iç durumunu düzelttikten sonra ivedilik gösteren Şiî tehlikesi nedeniyle İran Safevi Hükümdarı Şah İsmail’in üzerine yürümüş, Van Gölü’nün kuzeydoğusunda ve bugün İran topraklarında bulunan Çaldıranda (23 Ağustos 1514) onu ve ordusunu yenilgiye uğratarak büyük ve tarihi bir zafer kazanmıştır. Ayrıca Tebriz ve Azerbaycan’ı da topraklarına eklemek suretiyle Doğu sınırını emniyet altına almıştır.

 C. Kemah Kalesi’nin fethi ve Turna dağ / Nurhak Muharebesi ile Dulkadir Beyliğinin ortadan kaldırılması

Yavuz Sultan Selim ve Osmanlı Ordusu, Çaldıran’da büyük zafer kazanmasına rağmen Çaldıran dönüşü, ancak Bayburt ve Erzincan Osmanlı egemenliği altına sokulabilmiş, doğuda birçok şehir ve kaleler İranlılara bağlı kuvvetlerin elinde kalmakla devam etmişti. Bunların birisi de kalesi de olan toprağının verimli, halkının da endüstri ile uğraşan Kemah şehri idi. Kemah Kalesi İranlıların elinde bulundukça Erzincan, Bayburt ve Kığı tarafında yeterli güvenlik sağlanamayacaktı. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, 19 Mayıs 1515 tarihinde Erzincan yakınındaki Fırat vadisine hâkim olan sarp bir kaya üzerinde bulunan ve stratejik önem taşıyan Kemah Kalesi’ni Bıyıklı Mehmet Paşa ile birlikte Safaviler’in elinden aldı.[7]

Dulkadir Beyliğinin hükümdarı olan ve Yavuz Sultan Selim’in ana tarafından dedesi olan ve aynı zamanda Sultan II. Beyazıt’n kayınpederi olan Alâüddevle’nin; İkinci Beyazıt zamanındaki Osmanlı-Memlûklar arasında yapılan muharebede Memlûklular tarafını tutması Osmanlı Devletinin muvaffakiyetsizliğine neden olmuştu. Yavuz Sultan Selim, İran seferine (Çaldıran Meydan Muharebesine) çıktığı sırada Alâüddevle’nin İran hükümdarı Şah İsmail’e karşı hissiyatını göz önünde bulundurarak, sefere iştirak etmek üzere kuvvet istemişti. Ancak Alâüddevle ise yaşlılığını ve bir takım bahaneler de ileri sürerek kuvvet vermediği gibi Dulkadirliler’e bağlı bazı aşiretler, Osmanlı zahire (erzak) kollarına hücum etmek suretiyle zarar vermişlerdi. Bu bakımdan Yavuz Selim, Dulkadirliler’e karşı iyi niyet beslemiyor ve ilk fırsatta onlardan intikam almak istiyordu. Beklenen fırsat Çaldıran zaferinden sonra ortaya çıkmıştı. Anadolu Türk birliği Maraş-Elbistan ve çevresinin de Osmanlı Devleti’ne bağlanmasıyla tamamlanabilirdi…

Nitekim Kemah’ın zapt edilmesinden sonra Selim Rumeli beylerbeyi Hadım Sinan Paşayı Dulkadir arazisini zapta memur etti. Sinan Paşa’nın emrine de yeni harekât için 40.000 kişilik kuvvet tahsis etti. Sinan Paşa’nın sınırı geçtiğini gören Alâüddevle, hazineleri ile karısını Turna / Nurhak dağına (Elbistan’ın doğusunda) gönderdikten sonra Dulkadirli Türkmenleri toplayarak memleketini müdafaaya koşmuştu…

Yavuz, Hadım Sinan Paşa ile birlikte 12 Haziran 1515’te de Maraş, Elbistan, Malatya ve Adıyaman bölgesinde bulunan ve Türkmen soyundan olan Dulkadiroğlu ile yapılan Turnadağ Muharebesinde Dulkadiroğulları Beyi Alâüddevle ve ordusunu Turnadağ (Nurhak) bölgesinde yenerek bu devlete ait toprakları, Osmanlı ülkesine katmıştı. Bu muharebede 90 yaşında bulunan ve Yavuz’un annesi Ayşe Hatun’un babası, yani yavuz’un dedesi Alâüddevle ile birlikte 4 oğlu ve beylerinden 30 kişi öldürülmüş, Alâüddevle’nin kardeşi Abdürrezzak ise oğulları ile birlikte esir düşmüştü. Yavuz, dedesi Alâüddevle’nin ve oğullarının (Yavuz’un dayıları) kesilen başlarını Memlûk Sultanı Kansu Gavri’ye göndermişti.[8] Turna Dağı / Nurhak Muharebesi Dulkadir devletinin siyasi mevcudiyetinin sonu olmuştur.[9] Bu suretle Anadolu’nun, Milli ve Jeostratejik bütünlüğü sağlanmış, Mısır Memlûk Devletine ait Suriye topraklarının sınırına dayanılmış ve Doğu Akdeniz havzası Osmanlılara açılmıştı. Bu arada Musul, Kerkük, Siirt, Bitlis, Hizan ve Hasankeyf başta olmak üzere 25 Emir, İran hükümdarı Şah İsmail’e karşı birleşmiş ve Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in egemenliğini kabul etmişlerdi.[10]

D. Dedekargın Muharebesi ve Diyarbakır ile Mardin Bölgelerinin fethedilmesi

Çaldıran Muharebesinden sonra Yavuz Selim, Anadolu’nun bütünlüğü ve güvenliği için Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarının Osmanlı sınırları içerisine alınmasına karar vermişti. Güney Doğu Anadolu’nun en önemli şehirleri olan Diyarbakır, Mardin ve Hasankeyf, Anadolu’nun Türkleşmesinden beri mahalli hükümetlerin kurulduğu hatta onlara merkezlik eden beldelerdi. Şah İsmail’in Azerbaycan’da Safevi devletini kurar kurmaz ilk göz diktiği yerler arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu toprakları da dâhildi. Çünkü Azerbaycan’ın bu topraklardan kontrolü mümkündü. İşte doğu Anadolu’nun bu hususiyetlerini göz önünde bulunduran Şah İsmail, Akkoyunlu hükümdarı Sultan Murat’ı 1502’de yaptığı Şarur muharebesinde yenerek Bağdat’tan Maraş’a kadar olan toprakları kendi sınırları içine almıştı

Doğu Anadolu şehir ve kasabaları hemen hemen bir buçuk asırdan beri devamlı bir huzura kavuşamamıştı. Çok sık sahip değiştiriyordu. Bu topraklarda bir türlü mücadele eksik olmuyordu. On altıncı asrın ilk yılları içinde de İran Safeviler’inin eline geçmişti. Bu toprakların bir kısmında Türklerle Kürtler karışık olarak oturuyordu. Kürtlerin çoğu Sünni idi. Şah İsmail, yeni ele geçirdiği toprakların halkı arasında Şiileri tutmakta Sünnilere karşı iyi muamele etmemekteydi. Buralarda bir takım nüfuzlu beyler ve aşiret reisleri mevcut olduğundan Doğu Anadolu’yu elde etmek veya hâkimiyetini yerleştirmek isteyen devletin; bu beylerle aşiret reislerini elde etmesi veya ortadan kaldırması gerekiyordu

Yavuz Selim, Doğu Anadolu’yu ilhak etmek isterken ilk hamlede ordu ile buraya yürümeyi değil, halkını elde etmeyi ve Safeviler’e karşı ayaklandırmaya çalışmayı uygun bulmuştu. Bunun için Doğu Anadolu’nun hususiyetlerini çok iyi bilen İdris-i Bitlisi’yi doğu Anadolu’ya gönderdi. İdris-i Bitlis’in seçilmesi isabet olmuştur. Çünkü İdris-i Bitlis, Şeyh Hüsameddin Ali’nin oğlu idi. Doğu Anadolu’da Şeyh Hüsameddin’ in pek çok müridi vardı. Şeyhin oğlu İdris-i Bitlisi’ye hürmet gösteren Kürtler silaha sarılarak İranlılara karşı mücadeleye girdiler. İdris-i Bitlisi, 25 Kürt beyini Osmanlıların tarafına geçirmeye muvaffak oldu.[11]

Sıradağlar üzerinde başına buyruk dolaşmakta olan Kürt boyları tek başlarına yaşamaktan hoşlanmakta ve kelime-i tevhitten başka hiçbir konuda anlaşamayarak sürekli bir biçimde birbirleriyle çatışmayı huy edinmiş bulunmaktaydılar.[12]

İran Safavi devletinin batı hududunda elinde bulunan şehir ve kalelerden en önemlisi Diyarbakır idi. Osmanlılar burayı elde ederlerse İran’a üstünlük sağlayacaklardı. Kemah, Erzincan ve Bayburt’un kuzeyden ve Diyarbakır’ın güneyden Osmanlıların doğu hududunu teşkil etmesi, Diyarbakır’ın ele geçilmesini Anadolu’nun bütünlüğü ve güvenliği açısından zorunlu kılıyordu. Diyarbakır’a yürüyecek kuvvetlerin başına Yavuz Sultan Selim tarafından Bıyıklı Mehmet Paşa görevlendirildi. Ayrıca Osmanlılara iltica etmiş olan meşhur âlim ve müverrih (tarihçi) İdris-i Bitlisi de Kürt beyleri ve on bin gönüllü ile birlikte Bıyıklı Mehmet Paşa kuvvetlerine iltihak etmişti

Bıyıklı Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, Şah İsmail’in idaresindeki İran Safavi Devleti’nin egemenliğinde bulunan Diyarbakır Kalesi’ni 10 Eylül 1515 tarihinde fethetti. Ayrıca Bıyıklı Mehmet Paşa kuvvetleri; 26 Haziran 1516 tarihinde de Mardin Kızıltepe civarında, Dedekargın Muharebesinde, Ustaçluoğlu Karahan komutasındaki İran Ordusu’nu da mağlup ederek Malatya, Besni, Harput, Ergani, Cizre, Mardin, Birecik ve Urfa Kalelerini ele geçirmiş ve dolayısıyla bu bölgeleri, Musul havalisi ile birlikte Osmanlı topraklarına katmıştı. Bu fetih hareketlerinde İdris-i Bitlis’in büyük hizmetleri görülmüştü.[13]

İdris-i Bitlisi, halk arasında saygınlığını ve güvenirliğini kullanarak Kürt toplumunun ileri gelenlerini ikna etmiş ve böylece yerel halk Osmanlı Devletinin yanına çekilerek düşman çok daha kolay ve çabuk olarak yenilgiye uğratılmıştı. Güneydoğu Anadolu bölgesinde İran egemenliğine son vererek bu toprakların Osmanlı Devletine katılmasında büyük hizmetleri geçmiş olan Bıyıklı Mehmet Paşa Diyarbakır Beylerbeyliği’ne atanmıştı.

Bu suretle Selçuklulardan bu yana Anadolu’nun bütünlüğü ve güvenliği için gerekli olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarının önemli bir bölümü ele geçirilmiş, İran sınırı sağlama alınmıştı. Sıra şimdi Sünnî bir İslâm devleti olan ve aynı zamanda Abbasi halifesini himaye etmekte bulunan Memlûk Devleti’ne gelmişti.

 4. MERCİDABIK MEYDAN MUHAREBESİ (24 Ağustos 1516)

A. Bölgenin genel coğrafi durumunu gösterir harita ile Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferine giderken izlediği yol (Kroki-1) ve bölgenin coğrafi, tarihi, sosyal ve kısaca etnik yapısı


Mercidabık Muharebe bölgesi; Halep’in yaklaşık 40-45 km. kuzeydoğusunda Gaziantep’in 65 km. güneyinde ve Kilis’in 25 km. güneydoğusundadır. Dabık kasabası ile Telâr (Tell al Gar) kasabası arasında uzanmakta olup ortasından Kuveyk nehri geçmektedir. Burası tarihte birçok komutanların konak ve geçiş yeri olmuştur. Merç kelimesi Arapçada Çayır, sulu çayırlık anlamına gelmektedir.

Tarihte Suriye’ye Hititler, Asurlar, Babilliler, Romalılar, Araplar; Mısır’da da Asurlar, İranlılar, Yunanlılar, Romalılar ve sonunda Araplar egemen olmuşlardır. Eğitim ve kültür noksanlığı, biraz da milli karakteri nedeniyle halk, milli sorunlara karşı gerekli duyarlılığı ve ilgiyi gösteremediğinden, Suriye ve Mısır halkında milli fikir yeterli seviyede gelişmemişti. Kişisel çıkarlar her şeyin üstünde tutuluyordu. Halkın % 97’si Arapça konuşurdu. Okuma ve yazma bilmeyenlerin sayısı çok yüksekti.[14]

 B. Mercidabık Meydan Muharebesi Öncesinde yapılan faaliyetler  (Kroki-2)

Yavuz Sultan Selim, Mercidabık ve Ridaniye Meydan Muharebesine başlamadan önce muharebeye katılan Kara Ordusu’ndaki Kapıkulu Askerleri (Yeniçeriler dâhil) ile Eyalet Askerlerinin toplam mevcudu ortalama 60.000 - 80.000 civarında idi.[15] Mısır Memlûk Devleti’nin ise değişik kaynakların değişik beyanlarına rağmen Türk Ordusunun toplamına yakın Kara Ordusu bulunduğu değerlendirilmektedir. Memlûk Ordusunun asıl gücünü Çerkez, Türkmen ve Araplar teşkil etmekteydi. Ordu ağırlıklı olarak Memalik-i Sultaniye (bir tür kapıkulu) ile Memalik-i Ümeradan (bir tür eyalet askeri) oluşmaktaydı.


 Yavuz, muharebeden evvel Avrupa devletlerinin denizdeki üstünlüklerini göz önüne alarak önce 11 Temmuz 1515 tarihinde Veziri Piri Paşa ile Kaptan-ı Derya Küçük Sinan Paşa’ya İstanbul’da bir tersane yapılmasını emretmiş, akabinde ise ilk ağızda 200 harp gemisinin inşası ile birlikte gemilere yerleştirilecek topların dökümüne de başlanmıştı. Ayrıca İstanbul Tersanesi ile beraber Gelibolu ve İzmit Tersanelerinin de faaliyetlerine hız verilmişti.

 Kaptan-ı Derya Sinan Paşa, bu 200 harp gemisini inşa ettirip arka arkaya denize indirirken, eski harp gemilerini de onarmıştı. 1517 yılı geldiği zaman en az 300 gemiden kurulu Türk donanması göreve ve denize açılmaya hazır bir duruma gelmişti.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferindeki başlıca amacı Memlûk kuvvetlerini yok etmek, böylece Ortadoğu’ya ve Mısır’a egemen olmaktı. Bu amacın gerçekleştirilmesi ise ancak hedefin kalbine taarruzla mümkün olabilirdi. Bu bakımdan Osmanlı Ordusunun harekât planı, stratejik alanda taarruz, taktik alanda ise önce savunma manevraları ile düşmanı açarak özellikle topçu ve yeniçerilerin ateş gücü ile saldırısını kırmak ve sonra karşı taarruzla kesin sonuç almak düşüncesine dayanıyordu. Bu karşı taarruz manevrasında, yeniçeriler cepheden saldırırken süvari kuvvetleriyle de düşmanı kanatlarından kuşatıcı ve yok edici bir yöntem tatbik ediliyordu. Bu hareketin uygulanmasına ileride tekrar değinilecektir.

 C. Osmanlı ve Memlûk Ordularının seferberlik hazırlıkları ve yığınak bölgelerine intikal planları

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, Mısır Memlûkler’in muharebe hazırlıkları ile ilgili bilgileri almak için Memlûk Sultanı Kansu Gavri ile araları açık olan Memlûkler’in Halep beylerbeyi (valisi) Hayırbay’dan istifade etmeye çalıştı. Ona bazı vaatlerde bulundu. Böylece kendisinden Osmanlılar lehine faydalanma imkânını elde etti…

Yavuz Selim harp hazırlıklarını Mısır yerine İran’a yönelik olduğu intibasını uyandırmak amacıyla mütemadiyen gayret sarf ediyordu. 1516 yılı Şubat ayında Memlûk Sultanı Kansu Gavri’ye gönderdiği mektupta;

“… Sen benim pederimsin, sizden dua isterim. Ben Alâüddevle (Dulkadiroğluları beyi) memleketine (Malatya, Elbistan ve Maraş bölgesi) ancak senin izninle giderdim. O bana asi idi. Pederimle (II. Sultan Beyazıt) Sultan Kayıtbay ( daha önceki Memlûk Sultanı) arasındaki fitneyi meydana getiren bu adamdı. Ben Alâüddevle’den aldığım yerleri size iade ediyorum. Sultan daha ne arzu ederse onu da yaparımBen Şah’ın (İran Şahı Şah İsmail) çadırını yeryüzünden kaldırmayınca dönmeyeceğim.” [16] Diyerek Şah İsmail’e karşı olduğunu Kansu Gavri’yi inandırmak istemiş onu aldatmaya ve asıl hedef olan Mısır seferi konusunda onu yanıltmaya çalışmıştı. Ancak Memlûk Hükümdarı Kansu Gavri, Osmanlı Padişahının Çaldıran Meydan muharebesinden sonra devam eden hazırlıkların bu defadaki hedefinin kendisi ve Memlûk Devleti olduğunu sezmişti. Onun için Yavuz Sultan Selim’in mektuplarında yazdığı hususlara inanmamıştı. Mukabil tedbirleri almaya başlamıştı.

 

 Yavuz, seferberlik hazırlıkları için beylerbeyi, sancak beyi ve kadılara gönderdiği emirlerde 1516 baharında yeni bir savaşa hazır olmalarını bildirmişti. Rumeli Beylerbeyliği’nden ise bu savaşa katılacak kuvvetlerinin aynı tarihte Gelibolu bölgesinden Çanakkale Boğazı’nı geçerek yığınak bölgesi olan Kayseri’de toplanmalarını ve Padişahı orada beklemelerini emretmişti. Kayseri yöresinin yığınak bölgesi olarak seçilmesi; hem kuvvetlerin emniyetle toplanması hem de yapılacak stratejik taarruz manevrasında baskın prensibinin gözetilmesi (doğu ya da güneye yönelme) yönünden uygun düşmekteydi.

Mısır Memlûk Devleti’nin ise yığınak bölgesi olarak Suriye’de Halep yöresini seçtiği anlaşılmakta, böyle bir yığınak ile Suriye’deki kuvvetlerin de ana kuvvetlere katılmaları ile ordunun güçleneceği, diğer yönden hem Mısır Memlûk ülkesi topraklarını ilerden savunmak ve hem de Yavuz İran’a yönelirse Osmanlı Ordusunun yan ve gerilerine taarruz etmek hedeflenmekteydi.

Harekâtla ilgili verilen emirler gereği, yığınaklaşma için önce Rumeli Beylerbeyi Küçük Sinan Paşa, Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa ve Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa komutalarındaki yaklaşık 40.000 kişilik bir kuvvet Kayseri’de toplanmıştı.[17] Vezir-i Azam Hadım Sinan Paşa ise 28 Nisan 1516 günü Kayseri’ye gitmek üzere İstanbul’dan (Üsküdar) hareket ederek 13 Haziran 1516 günü Kayseri’ye varmış ve burada toplanan kuvvetlerin komutasını üzerine almıştı.

Yavuz Sultan Selim de yanındaki karargâhı ve kuvvetleriyle (yeniçeri, cebeci, kapıkulu süvarileri gibi) 5 Haziran 1516’da Üsküdar’a geçmiş ve 7 Haziran 1516’da Üsküdar’dan hareketle, İzmit-Yenişehir-Kütahya-Afyon-Akşehir-Konya-Ereğli-Niğde-Kayseri yolu ile 23 Temmuz 1516’da Elbistan’a varmış ve burada Sadrazam Hadım Sinan Paşa komutasındaki kuvvetlerle birleşmişti. Böylelikle Osmanlı Ordusunun tümü ile kendi sınırları içindeki son konaklama yeri de Elbistan olmuştu. İki gün burada kalınmış, 25 Temmuz 1516 günü hareketle 27 Temmuz günü Sultan Suyu batısında Osmanlı-Memlûk sınırı aşılarak 28 Temmuz 1516’da Malatya’ya ve 20-21 Ağustos 1516 günleri de Gaziantep’e (Ayıntap) varılmıştı. Ordu son olarak Gaziantep’te mola vererek burada iki gün istirahat edilmişti. (Kroki-1)

Memlûk Hükümdarı Kansu Gavri de yanındaki 50.000 kişilik ordu ile 18 Mayıs 1516’da Kahire’den hareket ederek 19 Haziran 1516’da Şam’a, 11 Temmuz 1516’da Halep’e gelmişti. Kansu Gavri, Yavuz Selim’in kardeşleri ile mücadelesi sırasında Memlûk Devletine sığınmış olan Osmanlı Şehzadesi ve Yavuz’un kardeşi Ahmet’in oğlu olan Şehzade Kasım’da Halep’e getirmişti. Takriben 15 yaşında olan bulunan Şehzade Kasım’ı, Yavuz Selim’e karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmak istiyor ve onu Osmanlı tahtına namzet gösteriyordu. Kansu Gavri, Halep’te uzunca bir süre kaldıktan sonra 19 Ağustos 1516’da Halep’in 8-10 km. kuzeyindeki Hilan’a (Haylan-Hailene) gelmişti. Gavri, 23 Ağustos 1516 tarihinde de yanında halifesi olduğu halde Mercidabık ovasına varmıştı.[18]

 D. Mercidabık Meydan Muharebesinin (23 Ağustos 1516) (Kroki-2) Başlaması, Oluşumu ve Sonucu

Osmanlı Ordusu 23 Ağustos 1516’da, Bilâl-i Habeşî’nin Türbesi’nin bulunduğu Kilis’in hemen kuzeyindeki Tel-Habeş (Yananköy)’e varmıştı. Düşmana çok yaklaşılmıştı. Her an muharebeye girilmesi olasılığına karşı güvenlik ve mukabele önlemleri artırılmıştı. 23-24 Ağustos 1516 gecesini bütün ordu teyakkuz halinde geçirmişti. Erler, atlarının yanında yatmış, hayvanların eğerleri alınmamış ve birlikler muharebe ileri karakolları çıkarmışlardı.

Mercidabık Meydan Muharebesi’nin 24 Ağustos 1516 günü muharebe düzeni Kroki-1’de gösterilmiştir. Buna göre Türk ordusunun mevcudu bazı kaynaklara göre 60.000-80.000, Silahşor’un, Fetihname-i Diyar-ı Arap eserine göre ise 122.000’dir. Orduda ayrıca 300 kadar top mevcut idi. Buna karşılık Mısır Memlûk Ordusunun mevcudunun ise 50.000-80.000 kişi olup topları da yoktu.[19]

Memlûk devletinin ve Suriye ile Filistin’in mukadderatını tayin edecek olan Meydan Muharebesi Halep yakınında ve bu şehrin kuzeyinde Mercidabık’ta cereyan etti. Osmanlı Ordusu’nun muharebe tertibi şöyleydi: Sağ kolda Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa ile yanında Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa, Dulkadiroğlu Şehsuvar zade Ali Bey ve Ramazan oğlu Mahmut Beyler; sol kolda Rumeli Beylerbeyi Küçük Sinan Paşa ve yanında Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmet Paşa bulunuyordu. Ordunun Baş Komutanı Yavuz Sultan Selim ise merkezde Kapıkulu atlı ve piyadeleri ile mevkiini almıştı. Türk topları zincirlerle birbirine bağlanarak bunların önüne yerleştirilmişti. Osmanlı Ordusunun muharebe sahasında ki tertibi bir hilâl şeklinde idi.  Memlûk ordusu ise; yanında Abbasi Halifesi Üçüncü Mütevekkil Alâllah da bulunduğu halde Memlûk Sultan Kansu Gavri merkez’de, Halep naib-üs-saltanası (Vali / Beylerbeyi) Hayribay sağ kolda Şam naib-üs-saltanası Sibay da sol kolda idi. [20]

24 Ağustos 1516 Pazar günü sabahı güneşin doğması ile birlikte tarafların muharebe ileri karakollarının geri çekilmeleriyle savaş da başlamıştı. Ateş hattının biraz gerisinde yer alan mehter takımı kös çalmaya ve insanı heyecanlandıran cenk havaları vurmaya başlamıştı. Mısır Memlûk Ordusu, Osmanlı Ordusunun hem sağ, hem sol kanadına birden şiddetli bir taarruza geçmişti. Ancak taarruzun sıklet merkezi Osmanlı kuvvetlerinin sağ tarafına yönelmişti. Savaş kısa bir zaman içinde şiddetlenmiş, kanlı bir hale gelmişti. Başkomutan Yavuz, Türk Ordusunun hem sağ hem de sol kanadının takviyesine lüzum görmüş ve sağ kanada Vezir-i Azam Hadım Sinan Paşa’yı, sol kanada da Vezir Yunus Paşa’yı görevlendirmişti. Bu suretle emir komuta prensibini uygulayarak muharebenin sevk ve idaresini kolaylaştırmıştı.

 

Memlûk kuvvetleri topların etkili mesafesi içine girince, merkezde mevzilenmiş bulunan Osmanlı topları, Mısır kuvvetleri üzerine şiddetli bir ateş açmış, yeniçeriler de tüfekleriyle bu ateşe katılmışlardı. Kansu Gavri komutasındaki Mısır birlikleri, Osmanlı askerinin amansız saldırıları, yoğun top ve tüfek ateşleri karşısında daha fazla dayanamamış ve muharebe alanını terk ederek güney yönünde Halep ve Şam istikametinde çekilmeye başlamışlardı. Bu suretle Mercidabık Meydan Muharebesi kazanılmış,[21] Suriye, Filistin ve Mısır yolu açılmıştı.

 

 Mercidabık Meydan Muharebesi, Yavuz Sultan Selim’in ve komutanlarının üstün sevk ve idare yeteneği ile Türk askerinin disiplinli, eğitimli ve üstün muharebe kudreti sayesinde kazanılmıştı. Muharebede, hedef, taarruz ve sadelik ile manevra prensipleri en üst seviyede uygulanmış, ayrıca çekilen düşman takip edilerek Halep Valisi Hayırbay dâhil çok sayıda esir alınmıştı. Türk Ordusu, Çaldıran muharebesindeki topçu üstünlüğünden Mercidabık Muharebesinde de en üst seviyede istifade etmiş, bu muharebelerin kazanılmasında topçu gücünün önemli katkısı olmuştur.[22]

Muharebe sırasında başta Mısır Sultanı ve Memlûk Ordusu Başkomutanı Kansu Gavri olmak üzere, Arap birlikleri komutanı ve Şam valisi Sibay, Trablus, Safad, Humus gibi Memlûk kentlerinin naib, komutan ve emirleri ölmüş, ayrıca Halife El Mütevekkil-Al-Allah Muhammed de esir edilmişti. Muharebeden sonra Kansu Gavri’nin çadırında 100 kantar altın (Bir kantar = 44 okka = 52.552 kg.) 200 kantar gümüş ve çok sayıda başka ganimetler ele geçirilmişti.[23]

Sonuçta, Çaldıran ve Mercidabık Meydan Muharebesi üç büyük netice temin etmiştir:

- Doğu’da Osmanlı İmparatorluğuna karşı ittifak eden büyük İslam Devletlerinden birisi olan Şah İsmail’in Şii İran Devleti ile Sünni Mısır Kölemen devleti de yıkılmıştır.

- Mercidabık zaferi, Osmanlı İmparatorluğunun dört asırlık bir zaman için Suriye, Lübnan ve Filistin hâkimiyetini temin etmiş ve aynı zamanda Mısır ve Arabistan yolu açılmıştır.

- Anadolu’da İran Safavilerden başka Mısır Kölemenlerin de hâkim oldukları yerlerin Osmanlı topraklarına katılmasıyla Anadolu’da Türk birliği tamamlanmıştır.[24]

 5. SURİYE VE FİLİSTİN’İN ALINMASI

Sultan Yavuz ve Osmanlı Ordusu Mercidabık Zaferi’nden sonra 27 Ağustos 1516 günü Haylan’a (Halep’in 8 km. kuzeyinde), 28 Ağustos’ta Halep’e intikal etmiş 15 Eylül 1516 tarihine kadar Halep’te kalmıştı.

Suriye ve Filistin’i ele geçirmek amacıyla 15 Eylül 1516’da Halep’ten güney istikametinde hareket eden Yavuz Sultan Selim ve Osmanlı Ordusu, 19 Eylül 1516’da Hama’ya, 21 Eylül 1516’da Humus’a, 27 Eylül 1516 tarihinde ise Nebek üzerinden Şam’a varmıştı. Şehrin dışında Mastaba Sultan mevkiinde otağını kurduran Yavuz, kışı Emeviler’in tarihi başkenti olan Şam’da geçirmeye karar vermişti. O arada Suriye kaleleri kumandanlarından bir kısmı, Arap beyleri ve Lübnan Dürzîleri reisi Yavuz’a bağlılıklarını gösterdiler. Osmanlılara teslimiyet gösterenlerin arasında Halep Valisi Hayırbay’da vardı.[25] 28 Eylül 1516 günü divan toplanmış ve ele geçirilmiş olan bölgelerdeki yeni sancaklara, sancak beyleri atanmıştı.

Ardından 11 Kasım 1516 tarihinde Vezir-i Azam Hadım Sinan Paşa’nın bir kısım kuvvetle Gazze (Yafa’nın güneyinde) yönünde ilerlemesi kararlaştırılmış ve Sinan Paşa 1 Aralık 1516’da 4000 kişilik bir kuvvetle Şam’dan Gazze’ye hareket etmişti. Ayrıca daha önce de Gazze Sancak Beyliği’ne atanan İsa Beyoğlu Mehmet Bey de 2000 sipahi ile birlikte Gazze’ye gönderilmişti. Bu arada Trablus Eyaleti ile Kudüs ve Safad Sancakları ele geçirilmiş ve Osmanlı ümerası arasından (asker/kumandan) sancak beyleri görevlendirilmişti. [26] (Kroki-1)

Yeni ele geçirilen şehirlerde Osmanlı yönetimi hemen kurulmuş, kanunlar yürürlüğe konulmuş, hutbe Yavuz Selim adına okunmuş ve para da onun adına basılmıştı. Fakat Yavuz’un Suriye ve Filistin’in işgaliyle yetinmeyeceği belli olmaktaydı. O kendi liderliği altında İslam Birliği’ni gerçekleştirmek, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’ya egemen olmak için Mısır’ın fethedilmesinin şart olduğunu düşünüyordu.

Yavuz, Mısır’ın zapt edilmesini kolaylaştırmak amacıyla Memlûkların ileri gelen devlet adamlarına, valilere ve komutanlara mektuplar yazarak onlara para, mücevher ve diğer hediyeler gönderip gönüllerini alarak, kendi istekleriyle Osmanlılara bağlamaya ve nahoş bir olay çıkmasını önlemeye çalışmıştı. Daha sonra görüleceği üzere Ridaniye Meydan Muharebesinin kazanılması ile Mısır’ın fethedilmesinde Osmanlı Padişahı’nın uyguladığı bu strateji de hayli etkili olmuştur.

 6. GAZZE (HAN YUNUS) MUHAREBESİ 21 ARALIK 1516 (KROKİ-3)

Yavuz Sultan Selim, işi savaşa dökmeden önce barış yolunu da denemek istemiş, biri Gazze Hükümdarı Canbirdi Gazalî’ye, diğeri Kansu Gavri’nin yerine hükümdar olan yeni Mısır Memlûk Sultanı Tomanbay’a olmak üzere iki mektup göndermeyi uygun bulmuştu. Ancak her ikisinden de istediği yönde olumlu bir yanıt alamamıştı. Yavuz Tomanbay’a gönderdiği mektupta özetle;

“… Mısır tahtında rahatça oturmak muradın ise, o diyarda hutbeyi bizim adımıza okutasın. Parayı da bizim namımıza bastırasın. Bizi padişah bilip Hak yolunda yürüyesin. Bizim memlekete ihtiyacımız yoktur. Gavri’yi gördün. Nasihatimi dinlemeyip üzerimize geldiği için helak oldu. Bundan ibret alarak hemen gelip kapımıza yüz süresin. Eğer inat eder, gelip aman dilemezsen, vebali boynuna. Bu kadar Müslüman kanının dökülmesine sebep olursun.” Demiş ancak Tomanbay mektubu okuyunca teklifi kabul etmemiştir. Tomanbay, Osmanlı elçilerini hürmet göstererek huzuruna kabul ettiği halde, elçiler huzurdan ayrıldıktan sonra, Memlûk emirlerinde Alanbay tarafından öldürülmüşlerdir. Tekliflerin reddi ile elçilere böyle bir muamelenin reva görülmesi, Mısır seferi için önemli bir sebep teşkil etmiştir.[27]

 

 Bunun üzerine Mısır üzerine yürümeye kesin karar veren Yavuz ilk hedef olarak Mısır ile Filistin arasında “Fatihler Yolu” denilen ana stratejik yol üzerindeki önemli bir kilit noktası ve özellikle Mısır’ın bir ileri karakolu durumunda bulunan Gazze’nin ele geçirilmesini hedeflemiş ve yürüyüş hazırlıklarını başlatmıştır.

Maiyeti ile birlikte 16 Aralık 1516 sabahından itibaren Şam’ın hemen güneyindeki Mastaba’dan Mısır’a doğru yürüyüşe başlayan Padişah, 20 Aralık 1516 günü Safad’e (Tabariyye Gölü civarı), 21 Aralık 1516’da Hayfa güney doğusunda Kişon Vadisi’ne gelmiştir. Bu sırada Hadım Sinan Paşa da Gazze Muharebesi’ne katılacak 6000 kişilik kuvveti ile birlikte Ramle’ye (Gazze’nin kuzeyinde) varmıştı.

Canberdi Gazalî’nin emir ve komutasındaki 7000 civarındaki Memlûk kuvvetleri ile Hadım Sinan Paşa emrindeki Osmanlı Ordusu 21 Aralık 1516 tarihinde Gazze ile Han Yunus mevkileri arasında sarp ve çetin bir vadi olan Vadi-i El Şelâle’de karşılaşmışlardır. Muharebe akşama kadar sürmüş, her iki taraf da inatla savaşarak biri diğerine üstünlük sağlayamamıştır. Fakat Canbirdi kuvvetleri yeniçerilerin piyade tüfeğiyle topçu ateşinden ağır kayıplara uğramış olduğundan geri kalan kuvvetlerle birlikte Mısır’a doğru Sina Çölü yönünde çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Hadım Sinan Paşa ise Gazze zaferinin kazanıldığını, düşman ordusunun önemli bir bölümünün imha edildiğini, artık ilerisinin çöl olduğunu değerlendirerek geri çekilen az sayıdaki düşman kuvvetlerini takip etmemiştir.

Gazze (Han Yunus) savaşının kazanılması ile Suriye ve Filistin’in işgali tamamlanmış, Nablus ve Kudüs gibi önemli şehirler ele geçirilerek, Mısır’ın dış kapısına dayanılmıştı. Bundan sonra Sina Çölü başlıyordu. Sina, Mısır’ın cümle kapısı mahiyetinde zorlu bir coğrafya idi. Bu çöl aşıldığı takdirde Mısır’ın kalbi olan Kahire’ye ulaşmak kolaylaşacaktı.[28]

Yavuz, 27 Aralık 1516-1 Ocak 1517 tarihleri arasında Ramle Konağı’nda kalmış ve bu sure içinde Kudüs’ü ve buradaki kutsal yerleri ziyaret etmişti. Yavuz, yanındaki ordu ve devlet ileri gelenleri ile birlikte 1.000 tüfekli yeniçeri ve 500 sipahi ile 31 Aralık 1516 günü ikindi vakti Kudüs’e varmıştı. Yavuz Kudüs’te önemli yerleri gezmiş binlerce koyun, sığır, deve kurban etmiş ve halkın da sevgisini kazanmıştı.

Sultan Selim, bizzat Mısır’a doğru yürümeden evvel Aralık 1516 ayı sonunda Memlûk Sultanı Tomanbay’a bir mektup daha yollayarak kendisine tabi olmasını istiyor ve Gazze’den itibaren Mısır’ı (iç yönetiminde bağımsız olmak üzere) kendisine bırakacağını bildiriyordu. Selim bundan başka Hayır Bey vasıtasıyla Mısır Beylerini Osmanlılara itaate davet ediyor ve yönetimini öven propaganda mektupları yolluyordu.[29] Bu suretle Memlûk Sultanı’na ve ordusuna karşı bir anlamda psikolojik harp uygulanmakta ve maneviyatları çökertilmeye çalışılmaktaydı.

Gazze ile Han Yunus arasındaki “Deyr-ül-belah” konağında vezir Hüseyin Paşa, susuz çöllerden ordu geçirmek imkânı olmadığı için artık geri dönmekten başka çare kalmadığından bahsetmiş, bu gibi itirazları bozgunculuk sayan Yavuz Sultan Selim, bu cüretkâr vezirin çadırını başına yıktırmış, paşayı derhal boğdurarak idam ettirmiş ve boğulduğu yere gömdürmüştür.[30]

 7. OSMANLI ORDUSUNUN SİNA (TİH) ÇÖLÜNÜ GEÇİŞİ, MISIR TOPRAKLARINA GİRİŞİ

Dünya coğrafyasında önemli bir yeri olan ve Orta Doğu’nun mühim bir parçası olan Mısır, Asya ve Avrupa’dan Afrika’ya geçiş yolu üzerinde bir kilit noktadadır. Bu üç kıtanın bir düğüm noktasıdır. Doğudan Afrika’ya yapılacak bir harekâtın önemli bir basamağını ve hatta kapısını oluşturur. Doğu Akdeniz’de egemenlik ve yapılacak bir harekât için üs durumundadır.

8 Ocak 1517 günü Gazze’de Yavuz’un başkanlığında Osmanlı Divanı toplanmış ve Mısır yönüne yapılacak seferin hazırlıklarını görüşmüştür. Aynı gün Vezir-i Azam Hadım Sinan Paşa’nın emrindeki kuvvetlerle Osmanlı Ordusunun ilerisinde hareket etmesi, keşif ve emniyet görevlerini de yerine getirmesine karar verilmişti.

Sina Çölünün aşılması sırasında, kumda yürüyüşün güçlüğü, güneşin ve kumun kızgınlığı ve bu nedenle sıcaklığın şiddeti, susuzluk, gece ile gündüz arasındaki ısı farkının alışık olmayanlar üzerindeki etkisi, akrep ve zehirli yılanların bulunduğu çölde ikmal faaliyetleri gibi konular üzerinde önemle durulması gerekiyordu. Belirtilen bu faktörler yapılacak harekâtın gidişatını menfi yönden etkileyebilecek önemde idi. Tarihte Pers İmparatoru Kambiz ve Büyük İskender’den başka hiçbir hükümdar bu çölü geçememişti.[31]

Bu durumları dikkate alan Vezir Hüseyin Paşa, çölü geçmenin imkânsız olduğunu, geri dönülmesi gerektiğini söylemesi üzerine bunu bir bozgunculuk olarak gören Yavuz Sultan Selim, Hüseyin Paşa’nın çadırını yıktırmış arkasından idam ettirmişti. Cesedi idam edildiği yerde gömülmüştü. Yavuz Sultan Selim, atı Kara duman’ın üzengilerin üstünde doğrularak askerlerine son defa hitap ederek;

“… Ey Cennet yolcularıEy can kardeşlerimBilirsiniz ki, Müslüman Türkler muharebe meydanlarında ve bütün ömürlerince yalnız ve sadece Allah-ü Teâlâ’dan korkarlar. Önüne çıkan hiçbir engel, onu Allah yolunda cihat’tan alıkoyamaz. Sizler Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uydukça, O’nun yardımıyla bu çölü geçmek de sizlere nasip olur inşallah…” [32] Demiştir.

Ancak bu arada çölü geçmek ve su sorununu halletmek için 2.000 deve sağlanmış, su ikmali için binlerce kırba (deriden yapılmış su kabı) ve tulum yaptırılmış, böylece kol ve katarların hareket kabiliyetleri yükseltilmeye çalışılmıştır. Bununla birlikte Osmanlı kuvvetleri çölü aşarken büyük bir şans eseri olarak yağmur yağmış, bu sayede çok fazla su sıkıntısı çekilmediği gibi kumların yağmur tesiri ile katılaşması, ağırlıkların nispeten kolay geçirilmesini sağlamıştır. [33]

Yavuz ve Osmanlı Ordusu, 9 Ocak 1517 günü Gazze’den hareket ederek zor şartlarda, 11 Ocak 1517 günü El Ariş’e varmıştır. Bu intikalde kum fırtınaları ve susuzluk yürüyüşü aksattığı gibi duraksama ve kol tertibindeki gevşekliklerden yararlanan Arapların Osmanlı Ordusunun su ve diğer ikmal kollarına saldırmaları, can ve mal kaybına sebebiyet vermekteydi. Memlûk Sultanı Tomanbay, her Türk askeri başı getirecek olanlara başın ağırlığınca altın vereceğini bildirdiğinden bütün çöl Arapları Türk Ordusunun etrafına üşüşmüşlerdi.[34] 16 Ocak 1517 günü Salihiyye (El Salhiya) Konağı’na varılarak 8 günde çöl aşılmış ve Nil Nehri’nin kollarından birine ulaşılarak bol suya kavuşulmuştur.

20 Ocak 1517 günü ise Kahire’ye yakın bulunan Hanikin (El Kanka)’de konaklanmıştır. (Kroki-1) Bu suretle Yavuz, 30º arzına (enlem) kadar inmiş oluyordu. Daha önce hiçbir Osmanlı hükümdarı bu kadar güneye inmemişti. (Kanunî ve IV. Murat, ancak Bağdat’a kadar gelmişlerdi ki burası 33° enlemindedir.) [35]

 8. RİDANİYE MEYDAN MUHAREBESİ (22-23 OCAK 1517) (KROKİ-4)

A.Tarafların Harekât Plânları ve Muharebe Düzenleri

Yaklaşık 60.000 insan ve 50.000 hayvan ile çölü geçen Osmanlı Ordusu,
21 Ocak 1517 günü Bürket-ül Hac’da konakladığı sırada yaptırılan keşiflerden ve ele geçirilen tutsaklardan edinilen bilgilerleMemlûkların 50.000’ne (20.000 Ridaniye savunmasında 30.000 geride ihtiyatta) yakın bir kuvvetle Ridaniye (Kahire’nin kuzey doğusunda bir köy) ye geldiği, yabancılardan top ve topçular getirtip, Kahire’nin kuzeyinde uzun ve derin hendekler kazdıklarıÇıkan toprağı da siper yaptıkları ve Frenklerden (Avrupa) temin edilen 200 kadar
topu da bu siperlerin arkasına yerleştirerek tahkimli bir savunma düzeni aldıkları tespit edilmişti.[36]

Memlûk Ordusu, Osmanlı Ordusunu Adiliye’de bekliyordu. Kroki:4’de gösterildiği gibi savunma mevzii batıda Nil Nehri, doğuda El-Mukattam Dağı’na dayatılmıştı. İki yanı dayalı olan siper ve hendeklerle berkitilmiş haldeki bu mevzilere karşı Osmanlı Ordusunca cepheden yapılacak taarruzun büyük kayıplara neden olacağı düşünülmüş ve bu mevzie çatmadan düşmanın (cepheden az bir kuvvetle tespit edilerek) asıl kuvvetlerle gerilerinin kuşatılması (böylece manevra ve baskın prensibinin uygulanması) kararlaştırılmıştı. Önce Memlûk ordusunun karşısındaki kısımda harp nizamı alındı. Buradaki kuvvetlerin sağ kolu Anadolu Beylerbeyi Mustafa Paşa, sol cenahı Rumeli Beylerbeyi Küçük Sinan Paşa’nın kumandasına verildi. Ortada Yavuz’un yerine Veziriazam Hadım Sinan Paşa bulunuyordu.

 B. Ridaniye Meydan Muharebesi’nin Başlaması, Cereyanı ve Sonucu

Osmanlı Ordusu, 21-22 Ocak 1517 gecesi El Mukattam Dağı’nı dolaşmış, süratle muharebe düzenini almıştı. Ridaniye Meydan Muharebesi, 22 Ocak 1517 günü sabahı erken saatlerde başlamıştı. Yavuz Sultan Selim gün ağarmasıyla beraber Ridaniye tahkimli mevzii karşısında bırakılan zayıf Türk kuvvetleri bu mevzie cepheden taarruzla düşmanı tespit ederken, ordu büyük kısmıyla, topçunun ve yeniçerilerin yoğun ateş desteği altında düşmanın gerisinden taarruza başlamıştır. Böylece hem onu baskına uğratmış hem de ilerideki Mısır kuvvetlerinin yenildiği kuşkusunu uyandırarak dengelerini bozup dirençlerini zayıflatmıştır.

Memlûk Ordusu, özellikle Osmanlı Ordusunun böyle birden bire gerilerinde görünerek ters cepheli muharebeye zorlanmaları ve yaptıkları tahkimatın bir işe yaramadığını ve mevzilerdeki çakılı topların etkisiz hale geldiğini görünce şaşırmışlardı.

Bu muharebelerde Türk Ordusu manevra ve baskın prensiplerinin en güzel örneklerini vermekteydi. Her iki tarafın ordusu adeta birbirine girmişti. Kahramanca savaşıyorlardı. Bu yakın muharebe ve boğuşma, kayıpların artmasına neden olmuştur. Ancak Memlûk Ordusunun gücü tükenmek üzere olduğundan Sultan Tomanbay son bir umutla Osmanlı Ordusunun merkezine hücum ederek Yavuz Sultan Selim’i yakalamak veya öldürmek suretiyle hem Mercidabık’ın öcünü almak, hem de orduyu başsız bırakıp yenilgiye uğratmanın peşine düşmüştür.

Sultan Tomanbay yanına en cesur kumandan ve beyleri alarak müthiş bir hamle ile Yavuz’un merkez grubundaki karargâhına saldırmış, ancak Yavuz Sultan Selim otağında bulunmadığından Padişah zannı ile Vezir-i Azam Hadım Sinan Paşa’yı ve bu arada Adana Beyi Ramazanoğlu Mahmut ile baş hazinedar Ali Ağa’yı öldürmüşlerdir.[37] Tomanbay’ın askerlerine, Kahire halkı da kadın erkek ve çocuklarla birlikte iltihak ettiği için mukavemet şiddetlenmiş, sokaklarda siperler kurulmuş, evlerin pencereleri ile damlarından ve duvarların arkasından tüfekle ve okla Osmanlı askerine taarruz edilmiş, neft ve kaynar su gibi yakıcı maddeler atılmış, şehir sokak sokak, ev ev, adım adım müdafaa edilmiştir…


 Muharebe 22 Ocak 1517 günü sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle devam etmişti. Kölemenlerle Araplardan dört bin kişi öldürülmüş, Osmanlı Ordusundan da birçok Türk şehit olup Kahire topraklarının hemen her karışı Türk kanlarıyla ıslanmıştı.[38] Ancak at ve silah kullanmakta Mısırlılardan daha üstün olan, muharebe taktiklerini iyi kullanan, kahramanca ve cesaretle savaşan Türk askerinin karşısında pek azı Türk asıllı askerlerden oluşan Mısır Ordusunun teslim olmak veya kaçmaktan başka bir çaresi kalmamıştır. Sonunda Osmanlı Ordusu Memlûk Ordusunu yenerek Kahire’ye girmiş, Mısır Memlûk (Kölemen) Devleti’ne (1250-1517) son vermiştir. Ancak Memlûk Sultanı Tomanbay kaçmayı başardığından dolayı savaşın asıl hedefi henüz gerçekleşmemişti.[39]

 

 Ridaniye Meydan Muharebesi, Yavuz’un ve Osmanlı Ordusu’nun askeri kudret ve kuvvetinin büyüklüğünü gösteren önemli bir olaydır. O dönemde ve o günkü koşullar altında çölde zorlu bir yürüyüş yaparak Tih sahrasını (Sina çölünü) geçmek ve dinlenmeden anayurtta ve ikmal üslerinden çok uzaklarda bir meydan muharebesi vermek kolay bir olmadığı malumdur. Bu zor ve meşakkatli harekâtın kış mevsimine tesadüf ettirilmesi ve şiddetli yağmurlardan dolayı kumların katılaşması ile ağırlıkların ve kumda intikalin nispeten kolay geçirilmesine sebep olmuştur.[40]

Yavuz ve ordusu 22-26 Ocak 1517 tarihleri arasında muharebe alanındaki Kayıtbay Türbesi yöresinde kalmıştı. Bu sürede gerek Kahire içine, gerekse Kahire’nin batısındaki Bulak Adası’na gönderilen kuvvetlerle şehir ve ada ele geçirilmiş, Otağı Hümayun (padişah çadırı) 27 Ocak 1517 günü Kahire’nin batısındaki Bulak Adası’na getirilmiş, Yavuz Sultan Selim bu adada oturmaya başlamıştır. Ordu birlikleri de ordugâhlarını şehir dışında ve Nil nehri kenarında kurmuşlardır.

Kahire şehri ele geçirilmiş sayılsa da tam anlamı ile güvenlik ve asayiş sağlanamadığı görülmüştür. Ridaniye bozgunundan sonra kaçan Memlûk Sultanı Tomanbay, Osmanlıların Kahire’de istedikleri ölçüde denetimi ele geçirememesinden yararlanarak 27-28 Ocak 1517 gecesi yaklaşık 7000 kişilik bir kuvvetle Kahire’ye girmiş, şehirde yeniden çarpışmalar başlamış, evler tabii bir barikat, sokaklar muharebe sahası haline gelmişti. Her iki taraftan da ağır kayıplar verilmişti. Mısır halkının da katıldığı Kahire’deki Sokak muharebeleri 29 ve 30 Ocak günleri de kanlı bir şekilde devam etmiştir. Ancak Tomanbay kadın kıyafetine girerek yakınları ile birlikte bu sefer de kaçmayı başarmıştır. Üç günlük muharebe neticesinde Kahire sokaklarında 50.000 kişi can vermişti. Kahire çarpışmaları sona ererken Memlûkler den bir kısmı esir edilmiş olup, bunlardan 800 kişi padişahın emriyle idam edilmişti

Kahire’nin kati şekilde zapt edilmesinden sonra dağılan Memlûk ümerasından (Asker/Komutan) bazıları kendiliğinden teslim olmak suretiyle Padişah’ın affını temin etmişlerdi. Bunların arasında Canberdi Gazali de vardı. Yavuz Sultan Selim, 15 Şubat 1517 Pazar günü büyük bir törenle Kahire’ye girmiş ve Mısır tahtına oturmuştur.[41]

 Yavuz Sultan Selim, Memlûk Sultanı Tomanbay ve maiyetinin yakalanarak etkisiz hale getirilmesi amacı ile 15 Mart 1517 tarihinde Kahire’den hareket ederek Bürket-ül Hac’a, 26 Mart 1517’de de Nil Nehri’nin batı yakasındaki Gize’ye geçmiştir. 27 Mart sabahı Tomanbay kuvvetleri ile temas sağlanmış ancak Tomanbay yine kaçıp kurtulmayı başarmıştır. Nihayet Tomanbay 30 Mart 1517’de Kahire bölgesinde Nil Nehri’ni geçerek çöle kaçmak isterken bunu başaramamış, kendini can havliyle Nil Nehri’ne atmış ve boğulmak üzere iken bir kement atılarak kurtarılmış, elleri mendille bağlanarak esir alınmıştır. Bu haber Osmanlı Karargâhı’na ulaştığında Yavuz Sultan Selim, “Elhamdülillah, işte şimdi Mısır feth olundu” [42] Dediği rivayet edilmektedir.

Memlûk Sultanı Tomanbay yakalandıktan sonra Yavuz Selim’in huzuruna getirilir. Yavuz Tomanbay’a;

“… Ya Sultan-ül Arap! Birkaç defa adam gösterdik, bir kuru nâma (ihsan/nimet) kail (razı olmak) olduk. Yalnız hutbe ve sikke (madeni para/akçe) bizim ismimizle olsun gayrı sı sizlere mübarek olsun dedik. Adamlarımızı öldürdünüz. Bahusus elçiye zeval yok iken Ridaniye cenginden sonra gönderdiğimiz elçiyi de katlettiniz.” Dediğinde Tomanbay da verdiği sadeleştirilmiş özet cevapta;

“… Vallahilâzim, elçileri ikram ile darülziyafeye (konaklama yerine) doğru göndermiş idim. Emir Alanbay dedikleri mağrur, onları rastgele öldürmüş. Bundan sonra tedbirin faydası olmadı. Elhamdülillah elden ne gelir? Çerkezlerin (Memlûkları kastediyor) yani bizim talihimiz iyi gitseydi bu hal (ağır mağlubiyet / sona gelme) meydana gelmezdi. Lakin bizim savaşımız memleket ve evladımızı korumak içindir. Ama siz bizim üzerimize kılıç çekip kanımızı akıtma hakkını nasıl elde edersiniz?” şeklinde korkusuzca ifade ettiğinde bu defa Yavuz Selim;

“… Ben üzerinize fetva (Osmanlı Şeyhülislamının verdiği şer’i hüküm)  ile geldim. Din gayreti ile geldim. Ben Kızılbaşların üzerine yürürken Memlûk Sultanı Kansu Gavri, Dulkadiroğlu’nu (Osmanlılara karşı) tahrik etti. Dulkadiroğlu bir büyük cihada mani oldu. Kansu Gavri Halep’e gelerek ve Acemlerle (Şii İran Devleti) müttefik olarak memleketimize kastetti. Cezasını vermek lazım geldi. Biz adam gönderip şerrinizi savuşturmaya çalıştıkça siz gururunuzu artırdınız.” Demiştir

Yavuz Selim ile Tomanbay’ın bu karşılıklı konuşma sırasında Tomanbay, huzurda hazır bulunan Hayırbay (Memlûk Devletinin Halep Valisi) ile Canberdi Gazali’yi (Memlûk ümerasından) parmağı ile bizzat göstererek;

“…Ey Türk sultanı! Bizim devletimizin sukutundan (düşme/bozguna uğrama) suçlu sen değilsin. Bu hainlerdir.” Demekle eski ümerasını itham etmiştir. Karşılıklı görüşmenin sonunda Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim;

“… Bu kadar halisülvicdan (vicdan sahibi) ve bu kadar şecaatli (yiğit)bir adamı öldürmek mertliğe yakışmaz. Yalnız memlekette tam bir asayiş teessüs edinceye kadar bir müddet Ayas Ağa’nın nezdinde kalacak ve kendisine layık olduğu ihtimam gösterilecektir.” Şeklinde emir vermiştir. Ancak Yavuz Sultan Selim’in; yiğitliği ve cesaretine hayran olduğu ve gayet iyi bir şekilde ağırladığı Tomanbay’ın 15 gün sonra idamını istemesi, Mısır halkı tarafından onun esir edildiğine inanılmadığı, sevilen ve ümitle bakılan güçlü bir Tomanbay’ın sağ bırakılmasının doğru olmayacağını düşünmüştü. [43]

Yavuz, Mısır’ın geleceğinin güvence altına alınması, asayişin tam olarak sağlanması amacı ile son Memlûk Sultanı Tomanbay’ı 13 Nisan 1517 günü Kahire’de Bab-üz Züveylde idam ettirmiştir. Tomanbay’ın cesedi üç gün ipte asılı kalmış ve Mısır halkı hükümdarlarının öldüğüne inanmıştı. Yavuz Selim, Tomanbay’ın cenazesini hükümdarlara mahsus merasimle kaldırılmasını emretmiş, cenaze namazında da bizzat bulunmuştu. Müteveffanın ruhu için pek çok tasaddukta (sadaka) bulunarak Mısır fukarasına üç gün para dağıtmıştı. Tomanbay’dan sonra Mısırlıların en çok güvendikleri bir kişi ve komutan olan Şad Bey de asılmak suretiyle ortadan kaldırılmış ve ancak bundan sonra Mısır’da tam anlamıyla asayiş sağlanabilmiş ve sükûnet kurulabilmişti.[44] Bu suretle 1250’den beri 267 yıl devam edip Moğol ve Haçlı saldırılarını başarı ile durduran Memlûk Sultanlığı 13 Nisan 1517 tarihinde fiilen sona ermişti.

Bu arada Yavuz, azalan asker, silah, araç ve gereçler ile mühimmat ve yiyecek isteklerini karşılamak için Donanma Komutanı Cafer Ağa’ya emir vermiş, o da bu istenenleri taşıyan 106 parçalık donanma ile 26 Mart 1517’de İstanbul’dan hareket ederek 19 Mayıs 1517 tarihinde Mısır’a (İskenderiye’ye) varmıştır. Aynı donanma İstanbul’a dönerken Mısır ileri gelenlerini, sanatkârları, elde edilen ganimetleri, Kansu Gavri’nin diğer oğlu ile son Abbasi Halifesi El Mütevekkil Al-Allah’ı da İstanbul’a getirmiştir. (15 Temmuz 1517) [45]

 

9. KUTSAL EMANETLERİN YAVUZ SULTAN SELİM’E TESLİMİ İLE HİLAFETİN OSMANLILARA GEÇMESİ

Yavuz Sultan Selim, Kahire’de bulunduğu sırada, Mekke Şerifi Sultan Ebul-Berekât İbn Şerif; oğlu Seyyit Ebu Numayy-El Husni Rifat’ı, 6 Temmuz 1517 tarihinde Mekke ve Medine’nin anahtarlarıyla birlikte kutsal emanetleri [46] ve hediyeleri vermek üzere Yavuz Sultan Selim’e göndermiştir.[47] Yavuz’da Mekke ve Medine halkı için çok sayıda para ve yiyecek (Sürre Alayı) göndermişti. Ayrıca Osmanlı Devleti Mekke’ye yetkili bir memur atamıştı.[48]

Mekke Şerifi adına oğlu El Husni Rifat tarafından Kahire’de Yavuz’a tesliminden sonra kesinleşen (Hadim-ül Haremeyn-İş Şerifeyn) ününü, sonraları bütün Osmanlı Padişahları da kullanmışlardı. Bu ün Osmanlı İmparatorluğu’na hem İslam ve hem Hıristiyan dünyasında büyük saygınlık sağlamıştı.[49]

Hadim-ül Haremeyn unvanını alan Yavuz Sultan Selim, kendisinden sonra gelen bütün Osmanlı Padişahları tarafından da bu unvanı kullanılmış, hiçbir Osmanlı Padişah hacca gitmediği halde kutsal toprakları içine alan Hicaz bölgesi için yaptıkları hizmeti başka hiçbir yer için yapmamışlardır.[50]

Yavuz tarafından İstanbul’a gönderilip Topkapı Sarayı’nda (Halen Topkapı Sarayı Müzesi’nde, Kutsal Emanetler-Hırka-i Saadet Dairesi’nde) saklanan ve çoğunun Hazret-i Peygamber’e ait olduğu ileri sürülen Emanet-i Mübareke’den hangilerinin Mekke Şerifi tarafından Yavuz’a gönderildiği kesin olarak belli değildir…

Topkapı “Hırka-i Şerif” dairesinde bunlardan başka İslam ulularına (sahipleri), gerek İslamiyet’ten evvelki Peygamberlerden bazılarına izafe edilen birçok emanetler daha vardır. Tabii bunların hepsi Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde elde edilmiş değildir. Bununla beraber muhtelif tarihlerde muhtelif İslam memleketlerinden toplanan bu emanetlerden ekserisinin Mısır fethinde Kölemen Devleti’nin, Abbasi Hilafetinin ve Hicaz emaretinin (Emirlik) hazinelerinden toplanarak getirildiği muhakkak sayılır. [51]

Yavuz, Mısır’ı ele geçirince halifelik [52] son Abbasi halifesinden Osmanlılara geçmişti. Hilafetin (Halifelik, Peygamber vekili olarak İslamiyet’i koruma vazifesi) Osmanlılara nerede, ne biçim ve ne zaman geçmiş olduğu (bir belgeye dayanarak) kesin belli değildir. Daha çok kuvvetli söylentiye dayanan bilgilere göre hilafet, Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlılara geçmiştir. Bu geçiş hakkındaki bilgiler de kesin değildir.[53] Yaygın olan söylentilere göre bu geçiş şöyle olmuştur:

Abbasi soyundan gelen halifelerden olup, Mısır Memluk sultanlarının emir ve koruması altında Kahire’de halifelik yapmakta olan III. El Mütevekkil Alâllah Muhammed’i, Yavuz Mısır’ı ele geçirdiği sırada (1517), İskenderiye’ye (Mısır) gelen Türk donanmasıyla ve birçok Mısır ileri gelenleriyle birlikte İstanbul’a gönderilmişti. [54] Yavuz 1518 Temmuz’unda Mısır Seferi’nden İstanbul’a döndükten sonra, El Mütevekkil Alâllah hilafeti, büyük bir olasılıkla Ayasofya Camii’nde (daha zayıf bir söylentiye göre de Eyüp Sultan Camii’nde)  Osmanlı ve Arap birlikleri ile halkın önünde alenen Yavuz’a devir ve terk etmişti. Halife III. Mütevekkil Alâllah, bu camilerden birinde minbere çıkıp hilafeti Sultan Selim’e devrettiğini ilan etmiş ve arkasındaki Hil’atı (kaftan) çıkarıp eliyle Osmanlı Sultanına giydirmişti. Başka bir söylentiye göre de Yavuz, Eyüp Camii’nde Hilafet kılıcını kuşanmıştı.[55]

 10. YAVUZ SULTAN SELİM İLE OSMANLI ORDUSUNUN İSTANBUL’A DÖNŪŞŪ

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, Kahire’de 30 Ağustos 1517 tarihinden itibaren muhafız olarak toplam 5.000 kişilik kuvvet bırakmış ve bunların komutanlığına Kahire’den ayrılmamak kaydıyla Hayrettin Ağa’yı görevlendirmişti. Mısır’ın idaresini ise Veziriazam Yunus Paşa’yı görevlendirmişti. Yunus Paşa Mısır’ın ilk valisi sayılmaktadır. Ancak Yunus Paşa’nın vali iken Mısır halkına baskı uygulaması ayrıca adının rüşvet olaylarına karışması Yavuz tarafından öğrenilmiş ve yerine yani Mısır Eyaleti Valiliği’ne Mısır’ı daha iyi bilen Memlûkler zamanında Halep Valisi olan Hayırbay’ı atamıştı. (Ağustos 1517) Hayırbay’ın eski Memlûk devletine mensup olduğu göz önüne alınarak zevcesi (eşi) ve çocukları rehin olarak Filibe’ye (halen Bulgaristan’ın bir kenti) sevk edildi. [56]


Yavuz, Mısır’da toplam yedi ay 20 gün kalmış, Türk ordusu 9 Eylül 1517’de, beş grup halinde, kendisi ise 12 Eylül 1517’de Mısır’dan (Kahire’den) memlekete hareket etmiştir. Yavuz dönüş yolunda Şam’da dört ay 15 gün kalmıştı. Bu süre içerisinde Suriye’nin şehir, kasaba ve köyleri, idari taksimata esas olmak üzere tespit edildiği gibi köylerin isimleri, hane sayıları, nüfuzları, ziraata müsait arazileri ve hayvanlarının miktarları muntazaman defterlere geçirildi. Vergiler bu kaydetme sonunda düzenlendi. Yavuz Selim Şam’a gelmeden önce de, Mısır ile Suriye arasında kalan ve büyük kısmı Filistin arazisini içine alan Gazze, Nablus ve Safed sancaklarını da ilave ederek teşkil ettirdiği Kudüs valiliğine, eski Mısır ümerasından Canberdi Gazali’yi tayin etmişti.[57]

Veziriazam Yunus Paşa Mısır Valiliğinden alınmasını hazmedememiş ve Mısırdan Halep istikametinde dönüş yolunda Gazze civarında iken Yavuz Sultan Selim’in “Mısır’da arkada bıraktık” demesini fırsat bilen Yunus Paşa’nın, Yavuz’a;…Bunca zahmet çekilip, külliyetli kayıp verilerek zapt edilen Mısır’ın yine bir Çerkez’e (Hayırbay) verilmesine üzüldüğünü… Sarf edilen bunca gayret boşa gitti…şeklinde ifade etmesi, Yunus Paşa’nın sonunu hazırlamış ve Yavuz’un emriyle solaklar kethüdası tarafından idam edilmişti.[58]

Yavuz Sultan Selim, Orduyu Hümayun ile birlikte Anadolu’ya dönüş yolunda hocası olan ünlü bilgin İbn-i Kemal ile birlikte at sürdükleri sırada İbn-i Kemal’in atının sıçrattığı bir çamur Sultan Selim’in beyaz kaftanına yapışmıştı. Herkes padişahın kızmasını beklerken Yavuz, hocasına dönerek; “…Gam çekme sizin gibi değerli bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur, bize ancak süs olur.” Demiş, ardından da çamurlu kaftanını çıkarmış ve  “öldüğümüzde bu kaftanı sandukamız üzerine sersinler.” Şeklinde vasiyette bulunmuştur. Gerçekten de Yavuz öldüğünde bu vasiyet yerine getirilmiş, bu çamurlu kaftan Yavuz’un sandukası üzerine örtülmüştür. Günümüzde de Yavuz’un türbesine gidenler, sandukanın üzerine hala duran bu kaftanı görebilirler.[59]

Yavuz Halep’te de iki ay kaldıktan sonra 25 Temmuz 1518 tarihinde İstanbul’a dönmüştü. Bu suretle iki sene, bir ay ve 20 gün süren Mısır Seferi böylece zaferle son bulmuştu. Lübnan, Suriye, Filistin, Kuzey Irak, Mısır ve Hicaz ülkelerini fetheden Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a yaklaşırken yatsı vaktini bekleyerek karanlık bastıktan sonra Boğazdan karşı yakaya geçip Topkapı Sarayına sessiz ve merasimsiz girmiştir. Vezirlerin Saraya girerken tören yapılması teklifine ise; Yavuz “Biz bunca güçlüğe alkış alalım diye mi katlandık? Bizim halis niyetimiz, rıza-yı İlahidir.” Demiştir

Sultan Selim, bu seferi ile babasından varis olduğu ülkeye bir mislinden fazla toprak katmış, bu devlet artık o tarihten bin yıl evvelki Doğu Roma İmparatorluğu kadar genişleyip Akdeniz’in doğu havzasını boydan boya hâkim olmuştur. O zamana kadar dünyanın yalnız iki kıtası üzerinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu, üçüncü bir kıtaya daha yerleşerek üç kıta üzerinde dört denize hâkim muazzam bir teşekkül haline gelmiştir. [60]

Yavuz Çaldıran Zaferi (1514) ve Mısır’ın fethiyle (1517) İslamların en büyük ve kuvvetli hükümdarı olmuş ve aynı zamanda halifeliği de kendisinde birleştirmişti. Böylece Yavuz, Türk-İslam birliğini fiilen kurmakla, Türk dünya egemenliğinin de temellerini atmıştı.[61]

Akdeniz’i bir Türk Denizi yapmak isteyen Sultan Selim, daha Mısır’da iken Memlûk Devleti zamanında Kızıldeniz’de donanma komutanı olan Selman Reis’i huzuruna kabul etmiş ve 1518’nin Mart ayında Selman Reis’in İstanbul’a gitmesini emretmiştir.[62]

Yavuz, “İbrişim yasağı” olarak tarihe geçen ipek ticaretinde İran’a boykot uygulamıştır. Yavuz bu tedbiriyle İran Safavileri’ne karşı siyasi münasebetlerden sonra iktisadi münasebetleri de kesmiş ve Antep konağından valilere bir tamim göndererek yasağı dinlemeyen tüccarın malları müsadere edilmesini emretmiştir. Bu yüzden birçok büyük tüccarlar zarar görmüştür. Müsadere sırasında bazı haksızlıkların da olması nedeniyle şikâyetler olmuş ve bunu değerlendiren Yavuz, Edirne’ye döndükten sonra buna neden olan birçok memurları cezalandırılmıştır.[63]

Osmanlı ordusunun üstün yürüyüş, hareket ve manevra yeteneği, kuvvetli bir disiplin, silaha karşı büyük bir sevgi ve alışkanlık, iyi bir eğitim, elde edilen zaferler sonucu kazanılan moral gücü, güçlüklere dayanıklılık, komutanlara ve özellikle Padişah’a karşı sarsılmaz bir sevgi ve bağlılık, bu zaferlerin kazanılmasında en önemli faktörler olmuştur.[64]

 11- MISIR SEFERİ’NİN İDARİ VE LOJİSTİK FAALİYETLERİ

Yavuz Sultan Selim’in Mercidabık ve Ridaniye Meydan Muharebeleri’ni kapsayan Mısır Seferi’ndeki 2000 km. civarındaki intikâl mesafesinde (Üsküdar-Kahire) ordunun iaşesi ve diğer sınıf ikmal maddelerinin temini… Depolaması ve dağıtımı ciddi bir mesele idi. Bu lojistik destek faaliyeti ana yollar üzerindeki belirli kavşaklarda (çoğunlukla büyük kent ve kasabalara yakın ve tercihen bir su kenarında) tesis edilen menzil noktalarında yapılmaktaydı.

Hangi köy ve kasabanın, hangi tür ikmal maddelerini hangi menzile getireceği verilen emirlerde belirtilmekteydi. Üretici veya satıcı, malını devlet tarafından bildirilen rayiç üzerinden menzillerde bulunan menzil emirlerine satmak zorundaydı. Bunun için menzil emirlerine devletçe yeterli para verilmekteydi.

Ordu birlikleri menzil bölgelerinden (noktalarından) geçerken ekmek, un, peksimet, et, su, hayvan yemi ile diğer ihtiyaç maddelerini teslim almakta ve bu sağlananlar bir sonraki ikmal noktasına kadar yeterli olmaktaydı.

Menzil noktaları aynı zamanda devlet emirlerinin yerlerine ulaştırılmasına, görevli memur ve yolcuların barınmalarına, bakım, onarım, tımar vs. işlerinin görülmesine yarayan kuruluşlardı. Posta memurları ve ulaklar bu menzillerdeki han ve kervansaraylarda kalır, dinlenir ve hayvanlarını buralarda değiştirerek yollarına devam ederlerdi.

İntikal edilecek ordugâh bölgesine göre ağırlıklar, daha önceden menzil noktalarına vararak birliklerin o bölgeye geldiklerinde yemeklerini sıcak olarak yemeleri sağlanırdı. Düşmana daha çok yaklaşıldığı, düşmanla temas ve muharebe olasılığının arttığı zamanlarda ise ikmal ve iaşe kolları orduyu arkadan izlerdi. O vakit bu kollar artçının önünde yürür, artçı düşmanın taarruz ve baskınlarına karşı bu kolları korurdu. Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nde de bu düzen aksamaksızın işletilmiştir.

Yavuz Sultan Selim’in babası Sultan II. Beyazıt devrinde Türk donanması ciddi şekilde ele alınmak suretiyle yeni gemilerle takviye edilmişti. Kemal, Burak ve Herek Reisleri gibi ehliyetli denizcilerin de maharetli idareleri ile Osmanlı donaması Akdeniz’in korkulan kuvveti haline gelmişti. II. Beyazıt devri; Osmanlı denizciliği bakımından artık Avrupa amiralleri ayarında Türk denizcilerinin yetişmekte olduğunu gösteren bir devir olmuştu

Yavuz Selim zamanında deniz harbi olmadığı halde Osmanlı donanmasının mevcudiyetinden istifade edilmiştir. İran seferine gidilirken Osmanlı donanma birliklerinden bazı gemiler, Trabzon’a kadar uzandığı gibi, Mısır seferinde de donanmanın tamamı, Anadolu ve Suriye sahillerini takiben Mısır’da İskenderiye limanına kadar gitmiştir. Böylece yabancı devletlere gözdağı verilirken, hem Anadolu’dan Mısır’a her türlü ikmal akışı sağlanmış hem de karada Mısırlılarla savaşan Türk askerlerin moral ve maneviyatı üzerinde müspet etkiler yaratılmıştır.[65]

Mısır’ın alınmasıyla Osmanlı Devleti’nin kıyı sınırlarının çok genişlemesi, Venedik, İspanya ve Portekiz gibi devletlerin büyük donanmalara sahip olması, Yavuz Selim’in; Osmanlı donanmasının daha da güçlenmesi için yeni tedbirler almasına sevk etmiştir. Bu amaçla Memlûklara donama komutanlığı yapan Selman Reis’i ve diğer işi bilen kaptanları İstanbul’a getirtmişti.

Başlangıçta Memlûk sultanının emrinde olan Cezayir ve Tunus kıyılarına yerleşmiş olan Oruç ve Hızır Reis kardeşleri, Yavuz, Piri Reis sayesinde Osmanlı donanmasına kazandırmıştı. Sonuçta Kuzey Afrika’nın Fas hariç tamamı Osmanlı Devleti’nin parçası olmuş, denizciliğimiz Barbaros kardeşlerle inanılmaz ölçüde güçlenmişti.[66]

Yavuz zamanında İstanbul’da kurulan Haliç tersanesi, Osmanlı İmparatorluğunun sonuna kadar devam etmiştir. Gelibolu’daki büyük tersane ikinci dereceye kadar inmekle beraber XVI. Asır sonlarına kadar önemini kaybetmemiştir. Denize çıkmaya hazır yüz çekdiri yeter görmeyen padişah, yüz elli gemi daha yapılmasını emretti. Bu gemiler için Suriye ve Mısır’dan Arap kürekçiler getirtiyordu.[67]

Ridaniye muharebesi ve Mısır fethinde, Osmanlı Ordusu ilk defa 1517 yılında yivli top kullandı. Avrupa’da 1868’de Almanların kullandığı ilk yivli topların, Osmanlılarda on altıncı yüzyıl başlarında mevcut olması, kullanmaları, teknikteki üstünlükleri göstermesi bakımından önemlidir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi; harekât planları, sevk ve idare, muharebede tatbik edilen taktik, lojistik ve stratejik bakımından harp tarihinin eşsiz örnekleri arasına girmiştir. [68]

 

 12-  MERCİDABIK VE RİDANİYE MEYDAN MUHAREBELERİNİN SONUÇLARI

Osmanlı Ordusu komuta kademesinin sevk ve idarede büyük bir uyum içinde bulunmaları, Harekât ve Manevra Plânını başkomutanın ana fikrine uygun olarak eksiksiz hazırlayıp maharetle uygulamaları, ayrıca ordunun disiplinli ve eğitimli, maneviyatının da yüksek olması (lojistik desteğin iyi düzenlenip, kuvvetin iyi donatılmış olması ile beraber) muharebelerin kazanılmasındaki başlıca etkenlerdir.

Çaldıran seferi ile kazanılan yürüyüş ve muharebe yeteneği ile bu seferden sonra yapılan Kemah, Turnadağ ve Güneydoğu Anadolu’daki bir dizi seferlerde ordunun muharebe eğitimini ve savaş gücünü artırmıştı. Topçu, yeniçeri ve sipahilerden kurulu Osmanlı Ordusu, ateş, müsademe ve manevra harekâtının icrasında plânlı ve koordineli olarak savaşmış ve kısa sürede sonuca ulaşmıştır. Mercidabık ve Ridaniye Meydan Muharebelerinde de Çaldırandaki stratejik kurallar uygulanmış, sonuçta büyük ve tarihî bir zafer kazanılmıştır.

Çaldıranda olduğu gibi, Mercidabık ve Ridaniye’de de zaferlerin kazanılmasında ateşli silahlar (top ve tüfek) muharebe alanında birinci derecede rol oynamışlardı. Bunun içindir ki Yavuz Sultan Selim, büyük güçlüklere katlanarak bu ağır silahları Mercidabık ve Ridaniye’ye götürerek meydan muharebelerinin kazanılmasında bu silahların etkin gücünden yararlanmıştı.

Ordunun lojistik ve idarî faaliyetleri (özellikle iaşe, ikmal ve menzil), bugünkü modern orduların örnek alacağı düzeyde teferruatlı ve taktik duruma göre plânlanmış, intikâllerde ve muharebe sırasında disiplin içerisinde uygulanmıştır. Sina çölünü aşmak için bu yönde yapılmış olan hazırlıklar, zaferin kazanılmasında önemli etken olmuştur.

O çağlarda top ve tüfek gibi ateşli silahlara sahip olan Osmanlı Ordusu ateş yönünden önemli bir güce sahipti. Bu durum düşman kuvvetlerine karşı büyük üstünlük sağlıyordu. Yeniçerilerin taşıdıkları tüfeklerden başka 300 kadar topun Mısır Seferi’ne götürülmesi de savaşın kazanılmasında başlıca etken olmuştur.

Mısır Memlûk Ordusunun ise sevk ve idaresi ile teşkilatındaki yetersizliği ile keşif ve emniyet faktörlerine gerektiği kadar önem vermeyişi, ayrıca yeterli ihtiyatı bulunduramamaları… Araç, silah, malzeme ve gereçlerin kifayetsizliği yanında donanmasının güçsüzlüğü, bilhassa toplarındaki noksanlık ve hareketsizliği her iki muharebede de güçlü ve nitelikli Osmanlı Ordusu karşısında mağlubiyetlerine neden olmuştur.

Gerek Mercidabık ve gerekse Ridaniye Muharebelerinde Türk Ordusu, hedef, taarruz, teksif, emir komuta, manevra ve baskın gibi harp prensiplerinin en güzel örneklerini vermiş, sonuçta 267 yıllık Mısır Memlûk (Kölemen) Devleti’ni tarihe gömmüştü. Ayrıca bu muharebelerin kazanılması, Osmanlı Devleti’nin gerek doğuda, gerekse batıdaki yabancı devletler üzerindeki itibarını büyük ölçüde yükseltirken aynı zamanda bu devletlerin endişelerini de artırmıştır.

 Venedik Cumhuriyeti, Kıbrıs adasından dolayı her sene Memlûk’lara sekiz bin duka altını vermekte idi. Osmanlıların Memlûk Sultanlığı yerine geçmesi üzerine Kahire’ye yollanan Kontarini ve Moçenigo isimlerindeki iki murahhas vasıtasıyla aynı vergiyi Osmanlı Hükümeti’ne vermeyi kabul ettiler. Mısır ve Suriye’nin alınmasıyla Osmanlı Devletinin ekonomik durumu da çok güçlenmiştir. [69] Sefer dönüşü hazine 1000 deve ile İstanbul’a taşındı.[70]

Tarihte Pers İmparatoru Kambiz ile Büyük İskender’den başka hiçbir hükümdar Sina çölünü geçememiştir. Sina çölüne sekiz yürüyüş günü gibi çok kısa bir zamanda ve başarıyla geçmek üçüncü defa Yavuz’un komutasındaki Türk Ordusuna nasip olmuştur. Yaklaşık 60.000 insan, 50.000’ni aşkın çeşitli hayvan ile zorlu bir yürüyüş yapan Yavuz Sultan Selim komutasındaki Türk Ordusu, bu sahada eşsiz bir kudret göstermişti.

Yavuz’un Kahire kuzeyinde düşman tarafından iki yanı berkitilmiş bir mevzi hazırlanmış olduğunu zamanında keşfederek, bu hazırlanmış mevzie çatmadan, onun yanından dolaşarak düşmanın beklemediği bir an ve yerde baskınla gerilerine yönelmesi ve bunun sonucu olarak Ridaniye Meydan Muharebesini kazanması, O’nun büyük sevk ve idaresi ile taktik dehasının bir sonucudur.

Yavuz Sultan Selim, Çaldıran zaferi (1514) ve Mısır’ı fethiyle (1517) Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu Osmanlı topraklarına katarak, Anadolu’nun bütünlüğünü ve güvenliğini sağlamış, Suriye, Filistin ve nihayet Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne katılmasıyla da Doğu Akdeniz yöresine, Kızıldeniz’e Hint Okyanusuna inildi. Kuzey Afrika yolu açılarak Osmanlı sınırı Atlas Okyanusu’na dayandı. Ve özellikle stratejik önemi büyük olan Ortadoğu bölgesine egemen olmuştu. Ayrıca Hicaz, Yemen ve Sudan Devletleri de kan dökülmeden Osmanlı Devleti’nin buyruğu altına girmişti.

Osmanlı Devleti üç kıtaya birden yayılarak büyük bir imparatorluk haline gelmiş, dönemin dünya siyasi haritası temelinden değişmişti. En güneyde Sudan Çölü’nden, en kuzeyde Ukrayna stepnelerine, en doğu’da Hazar Denizi’ne ve en batıda Macar ovalarına kadar uzanmıştı. Ayrıca Doğu Roma İmparatorluğunun on bir yüzyıl önce işgal ettiği yerleri hemen hemen olduğu gibi almış ve oğlu Kanunî Sultan Süleyman’ın daha çok batıya Avrupa ve Akdeniz’e yönelmesine imkân sağlamıştı.

Mısır’ın zapt edilmesi ile zengin Mısır toprakları, Mısır hazineleri, Osmanlı Devleti’ne geçmiş, ayrıca Güney Asya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Avrupa ile olan önemli ticaret yolları, transit merkezleri, Doğu Akdeniz’deki deniz ulaştırmacılığı Türklerin etki ve kontrolüne girmiştir.

Mısır’ın alınmasıyla, Memlûklardan devir alınan Süveyş tersanesine sahip çıkılmış ve orada bir Hint Kaptanlığı ile bir Hint donanması kurulmuştur.[71] Hint donamasının ayrı bir komutanlık altında teşkilatlandırılması, Osmanlı Devleti’nin bölgede bir deniz stratejisini izleyeceğinin göstergesi olmuştur. Bu strateji sadece askeri gemileri ve donanmayla sınırlı kalmamış Süveyş tersanesi ve donanması, ticari gemilerin yapım ve kullanılmasını da kapsamıştır.

Türkiye’den getirilen malzemelerle Süveyş’te inşa edilen savaş gemileri ve donanmaya mensup Türk askerleri, ilk defa Hadım Süleyman Paşa komutasında olarak, Kızıldeniz’den Hindistan’a doğru sefere çıkmış, Cidde ve Aden gibi önemli ticaret limanlarına demirlemiş,  Bölgenin ve ticaret yollarının denetimi ve güvenliği konusunun Osmanlı Devletine ait olduğunu bilhassa deniz’deki en büyük rakibi olan Portekiz’e ve diğer dünya devletlerine göstermek istemiştir. Ancak, Yavuz Selim ile Şah İsmail’in, Osmanlılarla Safevilerin, Venedik, Memlûklar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun, Babür ve Portekiz’in uğruna savaştığı bu koca coğrafya, daha sonra İngiltere’nin ve onun temsil ettiği sistemin denetimine girecektir.

 Mısır’ın Osmanlı Devleti’nce fethedilmesini müteakip Mekke Hâkimi Şerif Muhammed’in oğlu Seyyid Ebu Numayy; Hicaz’daki Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerin anahtarları ile Kutsal Emanetleri (Hazret-i Peygamberin sancağı ile hırkası ayrıca Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali’nin el yazıları ile 2 adet Kuran’ı) 6 Temmuz 1517 günü Kahire’de bulunan Yavuz Sultan Selim’e teslim etmiştir. Ve onu Mısır zaferinden dolayı babası adına kutlamıştır. Ayrıca halifelik sanı, son Abbasi Halifesi olan III. El Mütevekkil Alâllah Muhammed’den Osmanlılara geçerek 3 Mart 1924 tarihinde hilafetin kaldırılmasına kadar 400 seneden daha uzun bir süre bu unvan devam etmiştir.

Yavuz bu zaferlerle Türk ve İslâm dünyasının en büyük ve kudretli hükümdarı olmuş ve aynı zamanda halifeliği de kendisinde birleştirmişti. Böylece Türk-İslâm birliğini fiilen kurmuş, Türklerin dünya egemenliği hedeflerinin temellerini atmıştı. Çok kısa bir zamanda üç büyük zafer kazanan ve saltanatla hilafeti kişiliğinde birleştiren büyük komutan Yavuz Sultan Selim, Mercidabık ve Ridaniye Muharebeleri ile Osmanlı sınırlarını iki katına çıkarmış bulunuyordu.

Netice olarak; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sonunda; dönemin en güçlü devletlerinden biri olan Memlûkların varlığına son verilmiş, İslam âlemi için önemli bir yere sahip olan hilafet kurumunun Osmanlı Devletine geçmesi sağlanmış, Osmanlı İmparatorluğu, bu günkü deyimiyle dünyanın sürer gücü haline gelmiştir. Ayrıca Mısır toprakları 365 sene, Hicaz, Filistin ve Suriye toprakları ise 400 sene gibi uzun bir süre Osmanlı egemenliğinde kalmıştır.

 Saygılarımla…

 

EKLER:

 Kroki-1: Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferine giderken ordusunun izlediği yol

 Kroki-2: Mercidabık Meydan Muharebesi

 Kroki-3: Gazze Muharebesi

 Kroki-4: Ridaniye Meydan Muharebesi

Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine giderken ordusunun izlediği yol

 Kroki-1

 

 Mercidabık Meydan Muharebesi Memlûk Ordusunun Türk Cephesi kanatlarına yaptığı taarruz

(24 Ağustos 1516)

Kroki-2

 

 Gazze (Han Yunus) Muharebesi

(21 Aralık 1516)

 Kroki-3

 

 Ridaniye Meydan Muharebesi

(22-23 Ocak 1517)

 Kroki-4

 

 Bu Kroki’de Bürket-ül Hac’dan hareketle aşağıya inen kesik kesik ve mavi renkte okla gösterilen kuvvet, bizzat Yavuz Sultan Selim’in kumandasındaki kısımdır. Ortada ince çizgili yuvarlak ve ondan aşağıya inen kesik kesik kırmızı renkteki ok, Mısır kuvvetlerini göstermektedirler. Bu yuvarlağın üstündeki savunma hattı da Mısırlılara aittir. Osmanlı Ordusunun bir kısmı, Vezir-i azam Hadım Sinan Paşa ile bu savunma hattının karşısında yer almıştı. Yavuz Sultan Selim, El Mukattam Dağını aşıp Memlûk Ordusunun gerisinden taarruz ederken, Sinan Paşa’da Memlûk Ordusunun cephesinde savaşmaktaydı. Mavi dikdörtgen olarak gösterilen birlikler, Yavuz’un taarruz tertibindeki kuvvetlerdir. (Mustafa Cezar; Mufassal Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, Ankara 2011, s. 761)

 YARARLANILAN KAYNAKLAR:

 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Osmanlı Devri, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) Meydan Muharebeleri, “III. Cilt, II. Kısım Eki.”, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1990

Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Osmanlı – İran Savaşı, Çaldıran Meydan Muharebesi (1514), III. Cilt, 2nci Kısım Eki, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Askeri Tarih Yayınları Seri No: 2, Ankara Gnkur. Basımevi 1979

İslâm Ansiklopedisi; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 10. Cilt, İstanbul 1967

İslâm Ansiklopedisi; Naba – Rüzzik, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 9. Cilt, İstanbul 1964

Arif Erdoğan; Yavuz Sultan Selim’in Faaliyetlerinde Din ve Siyaset Faktörü, Birinci Baskı, Ankara Kasım 2007

Baron Joseph HAMMER; Osmanlı Devleti Tarihi, Cilt: IV, İstanbul 1984

Celal-zâde Mustafa Bey Koca Nişancı; Selim-Nâme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990

İdrîs-i Bidlîsî; Selim Şah-Nâme, Hazırlayan Hicabi Kırlangıç, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001

İsmail Hami Danişmend; Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, Cilt:2, 1948

Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, 7. Baskı, 1975

Kamil Su; Yavuz Sultan Selim; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları No: 11, İstanbul 1949

Mustafa Cezar; Mufassal Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, Ankara 2011

Mustafa Semih Arıcı; Yavuz Sultan Selim, Kastaş Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul Eylül 2008

Muammer Yılmaz; Cihangir Sultan Yavuz Sultan Selim, Elit Kültür, TÜRDAV Yayın Grubu Yayınları, İstanbul Şubat 2009

M. Çağatay Uluçay; Yavuz Sultan Selim, İkinci Baskı, Özyürek Yayınları, İstanbul 1959

Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları; Yavuz Sultan Selim, İstanbul 1949

Reha Bilge; 1514 Yavuz Selim ve Şah İsmail, Giza Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2011

Dr. Selahattin Tansel; Yavuz Sultan Selim, Milli Eğitim Matbaası, Ankara 1969

Hoca Sadeddin Efendi; Tâcü’t – Tevârih, Kültür Bakanlığı Yayınları: 301, İstanbul 1979

T. Yılmaz Öztuna; Büyük Türkiye Tarihi; Cilt: 3, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1983

Prof. Dr. Osman Turan; Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Cilt:1, 6. Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993

Yavuz Bahadıroğlu; Mısır’a Doğru, Sefer-i Hümâyun, Nesil Yayınları, İstanbul Mart 2009

http: //www.angelfire.com/nt/unalharun/kutsal emanetler.html.

  



[1] Yavuz Sultan Selim (Selim-1); (Hükümdarlığı 1512-1520)  Dokuzuncu Osmanlı Hükümdarı olan I. Selim, II. Bayezıt’in oğlu, Fatih Sultan Mehmet’in torunu ve I. Süleyman’ın (Kanuni) babasıdır. Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi hükümdarlarındandır. 1470 yılında Amasya’da doğmuş, Annesi 1453 Maraş-Elbistan doğumlu Ayşe Gülbahar Hatun’dur. Dulkadirli Hanedanına mensup bu soylu kadın, aslen Türkmen olup Oğuzların Bozok kolundan Bayat soyundandır. Sultan İkinci Beyazıt ile Amasya’da 1469 yılında evlenmiştir. Sultan Beyazıt ile 36 yıl evli kalıp oğlunun Trabzon’a vali tayin edilmesi üzerine kendisi ile birlikte bu şehre gönderilmiştir. Gülbahar Hatun son derece yardımsever ve vakıf sevdalısı bir kadın idi. Yalnız Trabzon değil çevre şehirlerde de birçok eser yaptırmıştır. Mesela bizzat Rize’ye giderek kendi adıyla anılan Gülbahar Camii’ni inşa ettirmiştir. Oğlunun padişahlığını göremeden 1505 yılında Trabzon’da vefat eden Gülbahar Hatun adına Yavuz tarafından Gülbahar Hatun Külliyesi yaptırılmıştır. Yavuz Sultan Selim’in ilk eşi Kırım Hanı Mengnli Giray’ın kızı Ayşe Hafsa Sultan’dır. Aynı zamanda Kanuni Sultan Süleyman’ın da annesidir. Ayşe Hafza Sultan ve diğer eşinden dört kızı olan Yavuz Sultan Selim’in tek erkek evladı Sultan Süleyman’dı. (Kanuni) Bu yüzden Sultan Süleyman’ın tahta çıkması sancısız olmuştu. Yavuz’a âdete kan kusturan saltanat mücadelesi Kanuni’nin tahta çıkışında yaşanmamıştır. Sultan Süleyman, babası Yavuz’dan miras kalan güçlü ordu ve dolu hazine ile hükümdarlığa başlamış, Osmanlı bayrağını kısa zamanda Viyana kapılarına kadar taşımıştır.

Yavuz, şehzadeliğinde Trabzon Sancak Beyliği yapmış, 24 Nisan 1512 yılında 42 yaşında iken Osmanlı Hükümdarı olmuştur. Yavuz Selim, sekiz sene süren hükümdarlığı esnasında, değerini ispat etmiş bir şahsiyettir. Koç burunlu, iri bıyıklı idi. Diğer padişahlardan farklı tarafı, yüzünün tıraşlı olması, yani sakal bırakmamasıydı. Babasına başkaldırarak zorla tahta geçmiş olan Yavuz Selim, kardeşleri ile yeğenlerini öldürtmüş, aralarında veziriazamlar da bulunan müteaddit başlar uçurtmuştur. Bu bakımdan eli kanlı bir şahsiyet şeklinde tezahür eden Yavuz Selim, kardeş ve yeğenlerin dışında kalan idamlarını, memlekette kati otoritesini tesis, gevşeklikleri önleme, zararlı kimseleri temizleme, başkalarına ibret-i müessire de bulunmak gibi sebeplerden dolayı yapmıştır. Yavuz Selim, bu haliyle babasının son zamanlarda gevşemiş olan devlet otoritesini kuvvetlendirmiş ve demir pençesi, çelik iradesi sayesinde İran ve Mısır seferleri gibi güç işleri başarmıştır.

Ünlü tarihçi İsmail Hami Danişmende göre;

“Her milleti hayatında şiddetin en hayatı gereklilik haline geldiği zamanlar vardır. Yavuz işte böyle bir devrin adamıdır. Hem kendi ordusu, hem de düşman ordularıyla uğraşmak zorunda kalan ideal bir devlet adamı için şiddet en büyük meziyet, mülâyemet (yumuşaklık, gevşeklik) en büyük kusurdur. İkinci Beyazıt’ın aczinden doğan anarşi devrine son vermek için Yavuz şiddetinde bir tip tarihi bir zaruret demektir.”

Yavuz Selim’in şiddeti birçok cana mal olmakla beraber, bu canlar ve şiddet; Osmanlı devleti için önemli bir tehlike teşkil eden İran Safevilerin etkisiz hale getirilmesi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Suriye, Mısır ve Hicaz’ın Osmanlı sınırları içine alınması yolunda harcanmış sayılmalıdır. Yavuz Selim, gevşekliklere asla tahammül etmez, bir işin gevşek tutulduğuna şahit olursa ve böyle şeylerle ilgili olarak hudutlardan kötü bir haber alırsa vezirleri azarlar, hatta tokatlardı. Hersekzâde Ahmed Paşa ile Piri Mehmet Paşa böyle bir muameleye maruz kalmışlardı. Yavuz Selim’in müteaddit defalar vezir ve veziriazamları idam ettirdiğini gören Piri Mehmet Paşa, padişahın şiddet ve gazabı karşısında korkulu anlar geçirip canı için titremekten usanarak bir gün:

“… Padişahım, önünde sonunda bir bahane ile beni öldüreceksin; bari hemen bir gün evvel hâlâs (öldür de kurtulayım) etsen münasiptir.” Sözleriyle endişesini dışarıya vurup teessürünü ifade edince padişah:

“… Benim dahi bu mâna muradım, lakin yerini tutar bir adam bulunmaz…” demek suretiyle yarı şaka, yarı ciddi şekilde onun gönlünü almaya çalışmıştı. Yavuz Selim, değerini takdir ettiği kimselere ciddi bir itimat gösterirdi. Piri Mehmet Paşa onun böyle tanığı kimselerden birisiydi.

Harp sanatında eşsiz bir komutan ve büyük bir devlet adamı idi. Devlet adamlarının, bilginlerin ve uzman kadroların görüş ve düşüncelerini dinleyen, karar vermeden önce çok düşünen, karar verdikten sonra onu ısrarla uygulayan ve kararından asla geri dönmeyen bir karakterde, adaletli, azimli, iradeli ve kudretli bir kişiliğe sahipti. Kararının icrasına mani olmaya çalışanlara ve hatta aksine fikir beyan edenlere tahammül gösteremez, böylelerin hayatına son verirdi. Çok iyi işleyen bir casus şebekesi vardı. Ayrıca mütevazı, sakin ve gösterişten hoşlanmayan bir insandı. Boş vakitlerini âlim ve ediplerin meclisinde geçirmekten hoşlanırdı. Bilhassa Tarih, felsefe ve tasavvuf sahalarında geniş bilgi sahibiydi. Aslında Kanuni devri şairlerinden olmasına rağmen, Yavuz döneminde gençlik ve olgunluk devirlerini yaşayan Fuzuli bu dönemin en büyük ismidir. Azeri asıllı olmasına rağmen daha sonra Osmanlılara intisap (bağlanma) eden ve devrin Türk dünyasının en büyük şairi olan Fuzuli, 1480 yılında Kerbelâ’da doğmuştur. Tahsil hayatını Bağdat’ta tamamladıktan sonra sanat hayatına Azeri lehçesinde Türkçe divanı yazarak başlamıştır. Eserlerinde kullandığı dil sade ve anlaşılır bir Türkçedir.

Yavuz Devrinin ikinci büyük ilim adamı Zembilli Ali Efendidir. 15. Yüzyıl âlimlerinden Cemaleddin Aksaraylının torunundur. Yavuz devri’nin ilim adamlarından birisi de İdris-i bitlisi’dir. Sultan Selim’in Doğu Anadolu fütuhatında büyük yararlıklar göstermiştir. Yavuz’un dikkate değer bir kişilik özelliği de tasarrufu sevmesi, israfa, gösteriş ve debdebeye karşı olmasıdır.  Bir gün süslü giyinmeye çok meraklı olan oğlu Süleyman (Kanuni) bu halde yanına gelince “Süleyman, annene giyecek bir şey bırakmamışsın.” diye sitem etmiştir. Sultan Selim aynı zamanda bir şair olarak da şöhret kazanmıştı.

1514 tarihinde Çaldıran Meydan Muharebesinde İran Safavi Hükümdarı Şiî Şah İsmail’i yenerek Doğu Anadolu’yu, 1515 yılında Dulkadiroğulları ile yaptığı Turna dağ Muharebesi ile Güneydoğu Anadolu sınırlarını güvence altına almış, Doğu Akdeniz havzası Osmanlılara açılmıştı. Yavuz, Mısır Memlûk Devleti’ne karşı 1516 tarihinde Mercidabık, 1517 tarihinde de Ridaniye Meydan Muharebesi’ni kazanmakla Suriye, Filistin ve Mısır topraklarını Osmanlı Devleti’ne katmış, ayrıca Hicaz, Yemen ve Sudan Devletleri de Osmanlı Devleti’nin nüfuzu altına girmiş, halifelik de Osmanlı Devleti’ne geçmişti.

Yavuz Sultan Selim, Macaristan’a bir sefer yapmak üzere ordu ile yola çıkmıştı. Fakat Çorlu ile Uğraş nahiyesi arasında Sırt Köyü’nde hastalanmıştı. Yavuz Selim vaktiyle babası II. Beyazıt ile harp etmiş olduğu bu mevki’de kırk gün kalmıştı. Sırtında çıkan şir-i pençe (çıban) büyümüştü. Yavuz Sultan Selim öleceğini anlamış olacak ki, çok sevdiği nedimi Hasan Can ile ölmeden önce şu son konuşmayı yapmıştı:

Hasan Can bu ne haldir?

Sultanım Tanrıya yönelip, Tanrı ile olacak zamandır.

Bizi bunca zamandır kiminle bilirdin? Tanrıya yöneldiğimizde kusurumuzu mu hissettin?

Hâşâ! Hiçbir zaman Tanrıdan yüz çevirdiğinizi görmedim. Bu zaman diğer zamanlara benzemediğinden ihtiyaten söyledim.

Öyle ise Yasin suresini oku! Dedi ve gözlerini hayata ebediyen kapadı.

Yavuz, 22 Eylül 1520 tarihinde ölmüştür. Yavuz Selim’in ölümü, tahta namzet tek bir oğlu bulunmasına rağmen Şehzade Süleyman’ın (Kanuni Sultan Süleyman) Manisa’dan İstanbul’a gelişine kadar gizlenmişti. Yavuz’un ölümünün gizlenişinin sebebi, o sırada ordugâhta kıymetli hazinelerin bulunmasına ve padişah’ın ölümü duyulduğu takdirde bunların yeniçeriler tarafından yağma edilmesinden korkuluşuna atfedilmektedir. Ölümün vuku bulduğu otağın içinde teçhiz ve tekfini yapılmış, aynı yerde gizlice namazı kılınarak, tabutla birlikte muvakkaten aynı yere gömülmüştür. Yavuz Selim’in ölümü, oğlu Süleyman’ın İstanbul’a gelerek hükümdarlık makamına oturduğu ordugâhta ilan edilmiştir. Ölümü Osmanlı Devleti’nde büyük üzüntü yaratmış, cenaze namazı İstanbul’da Fatih Camii’nde kılınmış, cenazesi ise Sultan Selim Camii yanındaki türbeye gömülmüştür. Yerine oğlu Sultan Süleyman (Kanunî) 30 Eylül 1520’de tahta çıkmıştır.

Yavuz Sultan Selim dünya tarihinde çok önemli izler bırakmış devlet adamlarından biridir. Ünlü Alman tarihçi HAMMER’E göre Yavuz; “Kendi çağının en büyük hükümdarı, cihangiri ve yiğidiydi.”Aynı zamanda Türk tarihinde en büyük sekiz devlet adamından birisidir. Kronolojik olarak; Oğuz Han, Atilla, Alpaslan, Timur, Fatih Yavuz, Kanuni ve günümüzde Kemal Atatürk olarak sıralayabileceğimiz bu şahsiyetler iki bin yıllık Türk tarihini taçlandıran isimler olmuştur. Yavuz, Fatih Sultan Mehmet gibi bir dedeye layık olduğunu ispat etmiş, Kanuni Sultan Süleyman gibi tam anlamıyla bir dünya hükümdarı yetiştirmiştir. (Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Osmanlı Devri, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi Mercidabık -1516 ve Ridaniye -1517 Meydan Muharebeleri, “III ncü Cilt II nci Kısım Eki”  Genelkurmay Başkanlığı Basımevi, Ankara 1990, s. 153. İslam Ansiklopedisi; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 10. Cilt, İstanbul 1967, s. 431-433, Mustafa Cezar; Mufassal Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, Ankara 2011, s. 784-787, Mustafa Semih Arıcı; Yavuz Sultan Selim, Kastaş Yayınevi, İstanbul Eylül 2008, s. 116.119.121.125.131,134,136-138, M. Çağatay Uluçay; Yavuz Sultan Selim, Özyürek Yayınları, İkinci Baskı İstanbul 1959, s. 32 )

 

[2] Dr. Selahattin Tansel; Yavuz Sultan Selim,  Milli Eğitim Matbaası, Ankara 1969, s.251-252 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Osmanlı Devri, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) Meydan Muharebeleri, “III ncü Cilt II nci Kısım Eki”, Genelkurmay Başkanlığı Basımevi, Ankara 1990, s. 4

[3] Mustafa Semih Arıcı; Yavuz Sultan Selim, Kastaş Yayınevi, İstanbul Eylül 2008, s. 67

[4] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 14-15

[5] Memlûk’lar (Kölemen); Arapça köle –kölemen- anlamına gelen Memlûk Devleti’nin temeli Abbasi ordusunda azatlı köle veya paralı asker olarak bulunan Kıpçak asıllı Türk savaşçıları tarafından atılmıştır. Zamanla yer aldıkları devletlerde idari kadroyu ele geçiren Memlûklar, ilk defa Aybek zamanında sultanlığı ele geçirerek Memlûk Devletini kurmuşlardır. Kısa zamanda yeni devleti güçlendiren ve İslam âleminde haklı bir şöhret kazanan Ayberk, iç isyanları başarıyla bastırdığı gibi Ortadoğu’ya yaklaşan Moğol tehlikesine karşı durabilecek tek güç haline gelmişti. Ancak kendi karısı tarafından talihsiz bir şekilde öldürülünce yerine Nurettin Ali geçti. Bu sırada Ortadoğu’da tam bir Moğol dehşeti yaşanıyordu. Bağdat’ı ele geçiren Moğollar şehri tamamen ateşe vermişler ve hatta Abbasi halifesini öldürmüşlerdi. Durumun vahameti karşısında çocuk sultan Nurettin’in yerine Memlûk emirleri değerli bir komutan olan Kutuz’u başa geçirdiler. Sultan Kutuz, hazırladığı büyük bir ordu ile Suriye’ye geçip Ayn-ı Calut mevkiinde dev bir Moğol ordusunu perişan etti. O güne kadar Asya’yı ve Ortadoğu’yu ezip geçen Moğollar yenilgi yüzü görmemişti. Bu onlar için bir ilkti ve Başbuğları Ket boğa Noyan bile ölmüş, ordunun neredeyse tamamını kılıçtan geçirilmişti…

Böylece ummadıkları bir darbe yiyen Moğollar, İran’a doğru kaçınca Sultan Kutuz Habeşistan’dan Fırat kıyısına kadar yerleri hâkimiyetine aldı. Kutuz’dan sonra Baybars hükümdar oldu. Memlûk tarihinin bu en ünlü ve en parlak sultanı, Moğolları Suriye ve Mısır’a sokmadığı gibi Suriye ve Filistin’deki bütün haçlı krallıklarına son verdi. Memlûk Devleti İlhanlılardan sonra Ön Asya’nın en güçlü devleti haline geldi. Türk asıllı hanedanlar Memlûk Devleti’ni yüz yıl daha başarıyla yönettiler. 14. Asrın sonlarında sultanlığı ve devlet idaresini ele geçiren Çerkezler, Memlûk tarihinde yeni bir sayfa açtılar. Ancak bu hükümdarlarda dil ve kültür bakımından tamamen Türkleşmiş oldukları için devlet Türk karakterini korumuştur. (Mustafa Semih Arıcı; Yavuz Sultan Selim, Kastaş Yayınları, İstanbul Eylül 2008, s. 72-73)

Osmanlı Devleti’nin Fatih Devrine kadar, Memlûkler, İslam âleminin en büyük devleti olarak biliniyordu. Memlûklerin en geniş devresinde sınırları: Batı’da Berkaya’ya kadar Libya çölüne, Güneyde Musavva’ya kadar Nubva’ya,  Kuzeyde Toroslar’a kadar Anadolu arazisine dayanıyordu. Memlûk idaresinde Suriye’nin Doğu hududu Rakka’dan geçerek Deyrizor’a uzanıyordu. Memlûkler, sınırlarının en geniş olduğu dönemde İlhanlılardan sonra bir de Timur tehlikesine maruz kaldılar. Fakat Timur’un Osmanlı’larla uğraşması sebebiyle bu tehlikeyi ucuz atlattılar. Çünkü Timur Osmanlılara karşı yaptığı şekilde muazzam kuvvetlerle Memlûkler üzerine yüklenmedi…

Osmanlılarla Memlûklar arasında ilk münasebet, Sultan Berkuk (1382-1398) zamanında başladı. Osmanlı sınırının Toroslar’a O zaman her iki devletin arası iyi idi. Fakat Yıldırım Beyazıt (1389-1403) zamanında Osmanlı sınırının Toroslar’a doğru ilerlemesi, Memlûklar için yeni  tehlikenin nereden geleceğini gösteren işaretti. Fatih Sultan Mehmet devrine gelinceye kadar Memlûklar ile Osmanlı’lar arasında siyasi çatışma olmadı. Nihayet Fatih’in son zamanlarda Toroslar bölgesinde Osmanlı – Memlûk menfaatleri ortaya çıkınca iki devletin arası açılmaya başladı. İlk fiili çarpışma da Sultan II. Beyazıt zamanında oldu. Timur’un Anadolu’dan çekilmesinden sonra Memlûklar, Osmanlı devleti ile kendileri arasında bulunan Dulkadirliler, Karakoyunlar ve Akkoyunlular gibi devletleri Osmanlılara karşı destekleyerek kendileri bilfiil mücadeleye girmemeye çalışmışlardı. Fakat sonunda Yavuz Sultan Selim’e mağlup olarak tarih sahnesinden silinmişlerdi…

İki buçuk asır devam eden Memlûkler’de hükümdarlar iki kısma ayrılır. Memlûk devletinin kuruluş tarihi olan 1250’den 1390 yılına kadar 140 yıl Türk Memlûkler’i, 1382 den 1517’ye kadar 135 yıl Çerkez Memlûkler’i, Mısır ve bölge topraklarına hâkim olmuşlardır. Türk Memlûkler’i ne ‘Bahri’, Çerkez Memlûkler’ine ise ‘Burci’ Memlûkler deniyordu. Memlûkler de hükümdarların tahta geliş şekli, babadan evlada sülalenin devam ve hâkimiyeti tarzında değildi. Hükümdarlar, Memlûkler arasında genellikle seçilmek suretiyle tahta oturtulurdu. 1250 ile 1390 arasındaki bahri Memlûkler’de sultanlar, üçü hariç, hükümdarların ahfadı (torunlar) arasından Memlûkler tarafından seçilmişlerdir. Memlûkler’in kendileri Sünni oldukları gibi devlet siyasetinde de Sünniliği esas tutuyorlardı. Memlûk sultanlarının İslam Tarihi bakımından yaptıkları önemli işlerden birisi de, Moğolların Bağdat’ı zapt ederek Abbasi Devletine ve dolaysıyla halifeliğe son vermeleri üzerine, Abbasi sarayından birini Kahire’ye getirerek orada halifeliği yeniden tesis ve devam ettirmiş olmalarıdır. Böylelikle İslamlarda halifelik devam etmiştir. Ancak Kahire’deki halifeler hiçbir zaman kudret ve nüfuz sahibi olamadı. Halifeler, sultanların gölgesinde onlara tabi bir durumda idiler. (Mustafa Cezar; Mufassal Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, Ankara 2011, s. 748-749)

[6] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 18

[7] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, 7. Baskı, 1975, s. 271 ile Mustafa Cezar; s. 738-739

[8] Arif Erdoğan; Yavuz Sultan Selim’in Faaliyetlerine Din ve Siyaset Faktörü, Ankara 2007, s. 148

[9] Mustafa Cezar; Mufassal Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, Ankara 2011, s. 739-740, Arif Erdoğan; s. 44-45

[10] Baron Joseph HAMMER; Osmanlı Devleti Tarihi, Cilt: IV, İstanbul 1984, s.1077-1078 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 78

[11] Mustafa Cezar; s. 742-744

[12] Hoca Sadeddin Efendi; Tâcü’t – Tevârih, Kültür Bakanlığı Yayınları: 301, İstanbul 1979, s. 245

[13] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 274-276 ile İslam Ansiklopedisi; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 10.Cilt, İstanbul 1967 s. 428 ile Mustafa Cezar; s. 746-747

[14] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 40

[15] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 51-52

[16] Mustafa Cezar; s. 750-751, Mustafa Semih Arıcı; s. 68, M. Çağatay Uluçay; Yavuz Sultan Selim, Özyürek Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 1959, s. 24

[17] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 69

[18] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 284 ile Mustafa Cezar; s. 751

[19] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 97-98, Muammer Yılmaz; Yavuz Sultan Selim, Elit Kültür Yayınları, İstanbul Şubat 2009, s. 96

[20] Mustafa Cezar; s. 753-754, Mustafa Semih Arıcı; s. 75

[21] İslam Ansiklopedisi; s. 428

[22] İsmail Hami Danişmend; Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, Cilt: 2, 1948, s. 28

[23] Dr. Selahattin Tansel; s. 142-144 ile Mustafa Cezar; s. 755

[24] İsmail Hami Danişmend; s. 29

[25] Mustafa Cezar; s.756

[26] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 102-103

[27] Muammer Yılmaz; Yavuz Sultan Selim, Elit Kültür Yayınları, İstanbul Şubat 2009, s. 99, Kamil Su; s. 42

[28] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s.105-113

[29] İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 287-288

[30] İsmail Hami Danişmend; s. 32 ile Mustafa Cezar; s. 758-759

[31] Mustafa Semih Arıcı; s. 81

[32] Muammer Yılmaz; Yavuz Sultan Selim, Elit Kültür Yayınları, İstanbul Şubat 2009, s. 101

[33] Mustafa Semih Arıcı; s. 83

[34] Mustafa Cezar; s. 759

[35] T.Yılmaz Öztuna; Büyük Türkiye Tarihi, Cilt: 3, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1983,  s. 238

[36] Ord. Prof. İsmail hakkı Uzunçarşılı; s. 288 ile Mustafa Cezar; s. 760, Mustafa Semih Arıcı; s. 86, Arif Erdoğan; s. 59

[37] Mustafa Cezar; s. 761 -762, Mustafa Semih Arıcı; s. 89

[38] İsmail Hami Danişmend; s. 35

[39] Hoca Sadettin Efendi; s. 322-323

[40] İsmail Hami Danişmend; s. 32

[41] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 290-291 ve Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 122-123 ile Mustafa Cezar; s. 762, İdris-i Bidlisi Selim Şah-Name; Hazırlayan Dr. Hicabi Kırlangıç, Kültür Bakanlığı Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 2001, s. 342

[42] Baron Joseph Von Hammer; s. 1146 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 125 ve İsmail Hami Danişmend; s. 39 ile Mustafa Cezar; s. 764

[43] Mustafa Cezar; s. 764-765, Mustafa Semih Arıcı; s. 93, Kamil Su; s. 51-52

[44] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 291 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s.126 ve Hoca Sadeddin Efendi; s. 329 ile Mustafa Cezar; s. 765, İdris-i Bidlisi Selim Şah-Name; s. 349

[45] İsmail Hakkı Danişmend; s.42- 43 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 127-128 ve İslam Ansiklopedisi; s. 430 ve İsmail Hami Danişmend; s. 37,

[46] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 292 ile İsmail Hami Danişmend; s. 43 ve http://www.angelfire.com/nt/unalharun/kutsalemanetler.html.

[47] Prof. Dr. Osman Turan; Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Cilt: I, 6. Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s.77 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 130

[48] Ord. Prof. İsmail hakkı Uzunçarşılı; s. 292

[49] İslam Ansiklopedisi; s.429

[50] Mustafa Semih Arıcı; s. 78

[51] İsmail Hami Danişmend; s. 43 ve Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 131

[52] Halifelik: İslâmlarda halife, Hazreti Peygamberden sonra, onun halefi olarak kabul edilen ve İslâm cemaatinin başında bulunan en yüksek reise tanınan bir unvandır. Hazreti Peygamber’in ölümünden sonra İslâm cemaatinin başına geçen Ebubekir İslâmlarda ilk halife kabul edilir. Ömer’den itibaren İslâm cemaati reislerinin halife unvanını kullanmaları kesinleşip yerleşmiştir. Halife olarak İslam devletinin reisi, ordularının başkumandanı olan ilk halifeler; camilerde imamet (imamlık) vazifesini ifa ve hutbeyi de bizzat kendileri okumaktaydılar…

İlk dört halifenin yaşayışı pek sade idi. Azamet ve haşmete fazla meyil gösteren Abbasi halifeleri, Hazreti Peygamberin hırkasını da giyerek, makamlarının dini manasına daha fazla ehemmiyet kazandırdılar. Abbasiler zamanında Bağdat şehri, İslam âleminin ilim merkezi olmuştu. Halife sıfatını taşıyan Abbasi hükümdarları, İslam âleminde iktidar ve salâhiyet sahibi olarak telakki edildiler. 928’den itibaren Endülüs hükümdarları,  909 yılından itibaren de Şii Fatımi hükümdarları halife unvanını kullanmaya başladılar. Abbasi halifelerinin, Peygamberin soyundan gelmelerinin ve mazideki ihtişamlarının da onlara hâlâ yüksek bir değer kazandırmakta olduğunu hesaba katmak gerekmektedir…

Osmanlı Memlûk menfaatleri çarpışma yoluna girinceye kadar, Osmanlı Padişahları Memlûk sultanlarına itibar göstermişlerdir. Bunun en önemli sebebi, memlûklerin haiz oldukları kudrettir. Belki de bir dereceye kadar halifenin Kahire’de oturmasıdır. Moğol hükümdarı Hulâgu tarafından 1258 de Abbasi halifesi Mustasım’ın öldürülmesi üzerine, İslam âleminde halifelik ortadan kalmış oldu. Bu durumda halifeliğin devamını sağlayan Memlûk Sultanı Baybars olmuştur.  Baybars, Bağdat’ın Moğollar tarafından zapt edilmesi sırasında Abbasi ailesinden kaçıp kurtularak Şam’a gelmiş olan Abbasi halifelerinden El Zahir’in oğlu olan Ahmed’i Kahire’ye getirilerek onu halife yapıp ona biat etti. (1261) Yeni halife’de Baybars’a “Kasım-üd-Devle” unvanını verdi. Böylece Baybars, kendi emrinde halifelik müessesesini diriltip devam ettirirken bu hususta siyasi emellerinin tahakkukunu gözetmekte idi. Bu vesile ile Baybars, Mekke ve Medine’yi ihtiva eden Hicaz bölgesinde nüfuz ve hâkimiyetini de elde ediyordu. Yeni halife Ahmed, ecdadının (Abbasiler) tahtına oturmak arzusu ile Bağdat’a giderken yolda Hit civarında öldürülünce bu hayali gerçekleşmedi. Bunun üzerine Baybars, Abbasi ailesinden yine Ahmed adında birini daha halife ilan etti. (1262) Bundan sonra halifelik aynı soyda iki buçuk asır boyunca devam etti. Fakat halifenin, hutbede isminin zikrolunmasından gayrı, hiç bir siyasi nüfuzları yoktu

Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethetmesiyle halifeliğin Abbasi soyundan Türk ırkına geçmesini ve Osmanlı sultanlarına intikalini sağlamıştır. Osmanlı Devleti, Mısır’ın fethi üzerine Memlûklerin hâkimiyet sahalarının tamamıyla sahibi oldu. Mekke Şerifi Ebu Bereket, oğlu Ebu Nümey’yi Mısır’a yollayarak Mekke’nin anahtarlarıyla itaatini arz ettikten sonra Yavuz’un ve dolaysıyla Osmanlı Padişahlarının unvanına “Hadim-ül Haremeyn-ı Şerifeyn” de eklenmiş oldu. Yavuz Selim, Kahire’den İstanbul’a dönerken Kahire’nin nüfuzlu kimselerini, âlimlerini, Memlûk sultanının akrabalarını ve Abbasi halifesi üçüncü Mütevekkil Alâllah’ı da İstanbul’a göndermişti. Yavuz Selim, Mısır’dan İstanbul’a getirdiği Cami-ül Ezher uleması ile Türk ulemasını bir araya toplayarak, hilafet meselesini müzakere ettirmiş ve halifeliğin kendisine terkine dair dini hususları tespit ettirmiştir. Ayasofya Camiinde yapılan bir merasimle Mütevekkil Alâllah mimbere çıkarak hilâfeti Sultan Selim’e terk ettiğini bildirmiş ve arkasındaki Hil’ati (kaftan) çıkararak bizzat kendi eliyle Sultan Selim’e giydirmiştir

Abbasi soyuna mensup son halife olan Mütevekkil Alâllah İstanbul’da önceleri itibarda idi. Fakat bilahare kadınlarla sefihane (zevk ve eğlence) hayata dalmasından dolayı gözden düştü. İbn-i Ayas tarihinde Mütevekkil Alâllah’ın, 1520 yılında bir müddet yedi kule’de (zindan) hapsedildiği bildirilmektedir. İbn-i Ayas’ın verdiği bu kısa bilgi, o sırada artık Mütevekkil Alâllah’ın halife olmadığını kifayet eder. Yavuz’un ölümünden sonra Kahire’ye dönme müsaadesini alan Mütevekkil Alâllah, İstanbul’dan ayrılmış ve 1543’te Kahire’de ölmüştür. (Mustafa Cezar; Mufassal Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları II. Cilt, Ankara 2011, s. 773-775, Arif Erdoğan; s. 71)

[53] Dr. Selahattin Tansel; s. 210-217 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi, s. 131

[54] İslam Ansiklopedisi; Naba – Rüzzik,  Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 9. Cilt, İstanbul 1964, s. 493

[55] İsmail Hami Danişmend; s. 37-38

[56] Mustafa Cezar; s. 769

[57] Mustafa Cezar; s. 770

[58] Mustafa Semih Arıcı; s. 99, Kamil Su; s. 55

[59] Mustafa Semih Arıcı; s. 101

[60] HAMMER; s. 1166 ile İsmail Hami Danişmend; s. 48, Mustafa Semih Arıcı; s. 102

[61] Prof. Dr. Osman Turan; s.78-79,

[62] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 298 ile İslam Ansiklopedisi; s.431

[63] İsmail Hami Danişmend; s. 48

[64] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Osmanlı - İran Savaşı, Çaldıran Meydan Muharebesi 1514, III. Cilt 2nci Kısım Eki, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Askeri Tarih Yayınları Seri No: 2, Ankara Gnkur. Basımevi 1979, s. 145

[65] Mustafa Cezar; s. 778-779

[66] Mustafa Semih Arıcı; S. 106-107

[67] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 299

[68] Muammer Yılmaz; Yavuz Sultan Selim, Elit Kültür Yayınları, İstanbul Şubat 2009, s. 106

[69] İslâm Ansiklopedisi; s. 430 ile Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 292-293 ve İsmail Hami Danişmend; s. 45 ile Mustafa Cezar; s. 771

[70] Mustafa Yılmaz; Yavuz Sultan Selim, Elit Kültür Yayınları, İstanbul Şubat 2009, s. 105-106

[71] Reha Bilge; s. 341