YAVUZ SULTAN SELİM’İN

ÇALDIRAN MEYDAN MUHAREBESİ (1514)


 


  Yazan: İzzettin ÇOPUR 
(E) Tnk. Kd. Alb.

1.GİRİŞ

Yavuz Sultan Selim dönemine (24 Nisan 1512- 22 Eylül 1520) kadar Osmanlı Padişahları, daha ziyade batı yönünde fetih politikasını takip etmişlerdi. Fakat Osmanlı Padişahı II. Beyazıt’ın son zamanlarında Anadolu’ya yayılmış (Şah kulu / 1511 ve Nur Ali Halife /1512 olayları gibi) ve Şii mezhebiyle meydana çıkmış olan, gücünü doğuda İran Hükümdarı Şah İsmail’den alan ve dini temellere dayanan büyük tehlikeyi görmüştü. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için Yavuz Sultan Selim,[1] tahta çıktıktan sonra Doğu yönünde bir fetih politikasına dönmeyi zaruri görmüştü. Ayrıca İslam birliğini kurmak için de ilk olarak, dini propagandalarıyla Osmanlı İmparatorluğunu içten çökertmeye çalışan Şah İsmail’i etkisiz hale getirmeye karar vermişti.

 Bu nedenle; İran üzerine sefer açan Yavuz Sultan Selim, Çaldıranda 1514 yılında Şah İsmail [2] kuvvetleriyle yaptığı meydan muharebesini kazanarak Anadolu’nun güvenliğini ve bütünlüğünü sağlamıştır.

2. BÖLGENİN COĞRAFİ, SİYASİ, DİNİ VE ETNİK YAPISI, İÇ VE DIŞ SİYASİ OLAYLAR

 Bölgenin coğrafi durumu


 Şah Kulu ve Nur Ali Halife Rumlu Olayları ve Yavuz Sultan Selim’in faaliyetleri

Şah Kulu Ayaklanması (22 Nisan 1511)

Anadolu Selçukluları zamanında ve II. Gıyasüddin Keyhusrev (1236-1246) devrinde Orta Anadolu’da Sivas, Amasya, Tokat, Çorum, Malatya havalisinde Baba İshak’ın idare ettiği Alevilerin yani Kızılbaşların ayaklanmaları ve daha sonra Batı Anadolu’da ve Rumeli’de Balkanlar’da Samavna kadısı oğlu Bedrüddin Mahmud’un tertip ettiği alevi ayaklanması gibi kanlı olaylar cereyan etmişti.[3]

Şah Kulu denilen ve Osmanlı tarihinde Şeytan Kulu adı verilen şahıs, Alevilerden Şah İsmail’in babası Haydar’ın halifelerinden Hasan Halife isminde birinin oğludur. Hasan Halife ile oğlu Şah Kulu Türkmen’dir.[4] Sultan II. Beyazıt zamanında Türkmenleri harekete geçirerek Anadolu’da büyük kargaşaya sebep olan Şii önderlerindendir. Tekeli Baba adıyla tanınmıştır. Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar tarafından yetiştirilmiştir. Daha sonra Teke’de (Antalya) bir mağaraya çekilerek Türkmenleri Alevi-Şii telkinleriyle kendine bağlamaya başlamıştır.[5]

Osmanlı Padişahı II. Beyazıt [6] dönemindeki (1481 - 24 Nisan 1512) en önemli Alevi olayı, Şah Kulu denilen Kızılbaş’ın (Alevi’nin) etrafına topladığı kuvvetlerle Osmanlı devletine karşı ayaklanmasıdır.[7] Şah Kulu, Anadolu’ya Şii İran nüfuzunun yayılması ve artması için bütün gücü ile çalışmaya başlamıştı.[8] Şah Kulu ve adamları, ömrünün bir kısmını Antalya civarında bir mağarada ibadetle geçirmişlerdi. Osmanlı Padişahı II. Beyazıt, (bunların İranlı Şii liderlerine bağlılıklarını bilmediği için) hayır dualarını almak maksadıyla kendilerine her yıl 6-7.000 akçe yollardı.[9]

İran Hükümdarı Şah İsmail, bilhassa 1509 tarihinden itibaren Güney Anadolu’da Antalya sancağı sahasında, Antalya Korkuteli Yalınlı Köy halkından olan Şah Kulu Halife’nin faaliyeti artmıştı. Bu şahıs kendi köyü civarında bir mağarada oturup ibadetle meşgul olur görünüp kendisini ziyarete gelenler vasıtasıyla veli olarak şöhreti artmış, hatta yukarıda belirtildiği gibi Osmanlı Padişahı II. Beyazıt bile kendisine para göndermişti. Şah İsmail ayrıca Osmanlı sancaklarındaki bazı şehzadelerin cemiyetlerine adamlarını sokmuş ve şehzadelerle mektuplaşmaya başlamıştı.[10]

Şah Kulu’nun Rumeli’deki Alevi’lerle de ilgisi vardı. İsyan etmeden önce Osmanlı topraklarındaki bütün Alevi’lere ve bu arada Rumeli’de bulunanlara da mektuplar göndererek bir isyan için hazırlıklı olmalarını istemişti. Şah Kulu, adamlarının yaklaşık 10.000 kişiye vardığını görünce, isyan etmişti. “Memleket hâlidir (sahipsiz), fırsat bizimdir. Gelin cem olalım, memleketi zapt edelim.” Diye harekete geçmişti. Şah Kulu; “… Ben, sahibi-i zuhur olan Şah İsmail bin Haydar’ın halifesiyim.” Diyerek ortaya atılmış ve her yeri yakıp, yıkmaya kendisine uymayanları öldürmeye başlamıştı. Girdiği köy ve kasaba ve şehirlerde camileri, mescitleri yakıyor ve Müslümanları kılıçtan geçiriyordu. Anadolu’daki nüfuzu o kadar artmıştı ki,  gerek kendisi ve gerekse taraftarlarınca Mehdi, Peygamber ve hatta Allah olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişti. [11] Anadolu’da Şii-İran nüfuzunun yayılması için bütün gücü ile çalışıyordu.

II. Beyazıt’ın ihtiyarlığından, Şehzadelerin saltanat mücadelelerini fırsat bilen Şah Kulu, ayaklanmış, Antalya’yı kuşatmış, Burdur’u istila etmiş, Bodrum’a girmiş, (16 Nisan 1511) daha sonra Anadolu Beylerbeyi’nin merkezi olan Kütahya’ya gelmiş ve şehri kuşatmıştı. İsyanı bastırmak üzere Anadolu Beylerbeyi Karagöz Paşa görevlendirilmişti. Burada yapılan çatışmalarda asilerin önemli bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da kaçmaya muvaffak olmuştu. Ancak Karagöz Paşa’nın mahiyetindeki 1000 kadar sipahi de Şah Kulu’nun ordugâhını yağmaya koyulmuştu. Karagöz Paşanın yanında çok az kuvvet kaldığını gören Şah Kulu, kuvvetlerini yeniden toplayarak taarruza geçmiş ve Karagöz Paşa’yı ele geçirerek onu öldürmüş ve Kütahya şehrini yağma etmişti. Şah Kulu bundan sonra Bursa üzerine yürümek istemiş fakat buna cesaret edememişti. (22 Nisan 1511) [12]

Durumun vahim bir hale geldiğini gören Osmanlı Sultanı II. Beyazıt, Vezir-i Azam Hadım Ali Paşayı Şah Kulu’nun tenkiline memur etmişti. Vezir-i Azam Ali Paşa, 8.000 kişilik bir kuvvetle Gelibolu’dan Anadolu’ya geçti. 17 Haziran 1511 tarihinde Kütahya civarındaki Altıntaş mevkiinde Şehzade Ahmet ile buluştu. Muhasara 38 gün sürdü. Şehzade Ahmet kuvvetleri Hisar Dağına sığınmış olan Alevileri imha ettikten sonra Afyon istikametinde yürüyüşlerine devam etmişti. Aleviler Ankara-Sivas yönünde kaçmaya başlamışlardı. Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa, asileri 14 günlük bir takipten sonra Sivas yakınlarındaki Gedik hanı mevkiinde yakalamış ve yapılan kanlı çarpışmada Şah Kulu bir ok isabetiyle ölmüş ancak Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa’da Şah Kulu asileri tarafından şehit edilmişti. (Ağustos 1511) sonuçta asiler İran’a doğru kaçmaya muvaffak olmuştu.[13]

Bu olayın bir daha tekerrür etmemesi için Osmanlı Sultanı II. Beyazıt, Hamideli (Isparta-Burdur Sancağı) ve Teke (Antalya) illerindeki Alevilerin İran’a gitmelerini yasaklatmış ve bir kısmını da Mora Yarımadasında yeni zapt edilmiş bulunan Modon ve Koron Kalelerine sürmüştü. Şah Kulu olayının bu şekilde tasfiye edilmiş olması önemli bir sonuçtur. Din ve mezhep kavgaları,[14] memleketin iç durumunu temelinden sarsmayı ve hatta yurdu bölmeyi amaç edinmişti. Bu suretle Anadolu’da Şii- Safavi (İran) tehdidi şimdilik ortadan kaldırılmıştı. [15]

 Nur Ali Halife Rumlu Olayı (1512)

İran Hükümdarı Şah İsmail’in halifelerinden Nur Halife, Orta Anadolu’da müritleri vasıtasıyla çalışıyor, Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum’daki Alevileri Şah adına birliğe davet ediyordu. Aynı suretle Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifelerinden olan Anadolu Alevilerinden Hasan Halife oğlu Şah Kulu da Antakya ve havalisinden başlayarak Şah adına çalışıyor ve faaliyetlerini Rumeli’ye de taşımış oluyordu.[16]

Şah İsmail, Osmanlı Devletini içten yıkma teşebbüslerinin sonuncusu olarak, Nur Ali Halife Rumlu adında bu şahsı sahneye çıkarmış ve onu 1512 yılı başlarında Anadolu’ya göndermişti. Nur Ali Halife Rumlu, Koyulhisar’a geldiği zaman o bölge (Sivas-Tokat) Alevilerinden 3.000 – 4.000 atlı bu şahsın etrafında toplanmıştı.[17] Osmanlı Hükümeti, bunların üzerine Faik Paşa komutasında bir kuvvet göndermiş ancak Nur Ali Halife Rumlu, bu Osmanlı kuvvetlerini mağlup ederek, Tokat’ı ele geçirmişti. Nur Ali Rumlu, Şah İsmail’in adına Tokat’ta resmen hutbe okutturmuştu. Şehzade Murat’ı da kendilerine uyduran bu asilerin etrafına toplanan kuvvetler özellikle köylere saldırarak birçok insanı öldürmüşlerdi. [18] Ayaklanma sonunda bastırılmıştır.

Anadolu Alevilerinin yarattıkları bu bunalımlar, Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkmasıyla beraber kesin bir şekilde sona erecek ve Aleviler, onları koruyan Şah İsmail ile beraber ağır bir darbe yiyeceklerdi. [19]

 Yavuz Sultan Selim’in Alevi ayaklanmalarına karşı aldığı önlemler

Yavuz Sultan Selim, babası II. Beyazıt zamanda Şah İsmail’in teşvik ve desteği ile meydan gelen yukarıdaki alevi (Kızılbaş) ayaklanmalarının bundan böyle de devam etmesi halinde Şah İsmail’le yapacağı savaşta da devletin başına büyük dertler açacağını değerlendirmişti. Şah İsmail’e karşı sefere çıkması halinde Anadolu’daki Şiilerin memleket dâhilinde ayaklanmalar çıkarmaları ve zafere engel olma ihtimaline karşı Anadolu’daki beylerbeyi ve sancakbeylerine verilen emirler üzerine bunlar Anadolu’da araştırılmıştı. Osmanlı arazisinde Şah İsmail’e taraftar olan ve ayaklanmak ihtimalleri bulunan Şiilerin bir gizli defteri yapılmış ve bu suretle zararları dokunacak endişesiyle hem Anadolu ve hem de Rumeli’de kırk bin kişinin bir kısmı hapis ve bir kısmı ise idam edilmişti. Yavuz Sultan Selim bu hareketiyle pek çok cana kıyarak bir insafsızlık örneği göstermekle beraber, İran’a sefere çıktığı zaman arkadan vurulmak ihtimalini önlemiş ve ülkede iç güvenlik sağlanmış oluyordu.[20]

 3. ÇALDIRAN MEYDAN MUHAREBESİNİN ANA SEBEPLERİ

Akkoyunlu devletini yıkarak Şia mezhebinde (On iki İmam) şeyhlikten şahlığa geçmek suretiyle büyük ceddi Şeyh Safiyüddin Erdebilî’ye izafeten Safevîye devletini kurmuş olan (907H.1502M)  Şah İsmail’in asırlardan beri Anadolu’da yaşayan Kızılbaşlara Daî veya Halife isimlerinde propagandacılar göndererek onları da kendi camiası altına almaya çalışması,[21]

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran, Azerbaycan, Irak ve İran’ı ele geçirerek sınırlarını Ceyhun nehrine kadar genişleten batıya yani Türkiye’ye yayılmak isteyen Şah İsmail’in; Mısır Memlûk Sultanına elçiler göndererek, Osmanlılara karşı birlikte hareket etmeye çalışması, Osmanlı toprakları içinde yaşayan Şiileri de kendilerine bağlamaya ve fırsat buldukça isyanlar çıkarmaya başlaması,[22]

Şah İsmail’in, 1504 yılında ticari ve siyasi konumu itibariyle önemli bir avantaja sahip olan Bağdat’ı ele geçirmesi, Bu durumun Osmanlı ve Memlûk devleti için ekonomik, jeopolitik ve siyasi kayıp olmakla birlikte bu iki devlet için gelecekte ciddi problem yaratmaya neden olabileceği,

Şah İsmail’in, 1507 yılında Maraş, Elbistan ve çevresinde yerleşik olan ve Osmanlı- Memlûk devletleri arasında tampon bir bölge oluşturan, Çukurova ve Doğu Akdeniz ticaretinin yakınında bulunan Dulkadir Beyliğine sefer yapması, Osmanlı sınırlarını ihlal etmesi, Kayseri’ye kadar yürüyerek Aksaray’da askeri bir kamp kurması,

Birçok devleti ortadan kaldırmaya ve ülkesini genişletmeye muvaffak olan İran Hükümdarı Şah İsmail’in, Osmanlı ve güneydeki Mısır Memlûk kuvvetlerini de mağlup ederek, kendi liderliği altında Anadolu ve İran’ı kapsayacak şekilde büyük bir Şii İmparatorluğu kurmak istemesi. Şah İsmail,  bu gayesini tahakkuk ettirmek için Anadolu’ya gönderdiği adamlarla Şii Safavi temellere dayalı din ve mezhep mücadelesin körüklemesi ve yoğun propaganda yolu ile birçok insanları Osmanlılar aleyhine tahrik etmeye Osmanlı Devletini içten çökertmeye ve kendi Şii mezhebini yaymaya çalışması,[23]

Şah İsmail’in yukarıda da belirtildiği gibi, Yavuz’un babası II. Beyazıt döneminde Şah kulu ve Nur Ali Halife ve diğer adamlarıyla birlikte Anadolu ve Rumeli’deki bütün Alevileri tahrik ve teşvik ederek onları Osmanlı idaresine karşı silahlı ayaklandırmaya kalkışması, Kızılbaş Türkmenlerin, Osmanlı topraklarını terk edip Şah İsmail’in çevresinde toplanması,

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in, dış siyaset konusunda ana fikrinin, evvelâ doğuda İran Hükümdarı Şah İsmail’in liderliği altındaki Şii Safevî İmparatorluğunu ortadan kaldırmak, sonra güneyde Mısır Memlûk sultanlığını yenerek hilafeti elde etmek ve bu suretle Osmanlı Devletinin liderliği altında Sünni bir İmparatorluk kurmak niyet ve maksadında olması. “Dünya bir padişaha yetecek kadar büyük değildir.” Demek suretiyle Yavuz, bu emelini açığa vurması,[24]

Yavuz Sultan Selim’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarını fethedip Batı Anadolu’ya dâhil etmek, Anadolu’nun bir bütün olarak birliğini, beraberliğinim ve güvenliğini sağlamak dolaysıyla Anadolu’nun jeopolitik durumunu düzeltmek amacını gütmek istemesi,

 4. SAVAŞ ÖNCESİ FAALİYETLER

İran üzerine yürümeye karar veren Yavuz, Çaldırana intikalden önce divanı toplamış ve yaptığı konuşmada özetle;

“… Kılıcımız İran toprakları üzerinde şerefle dolaşacaktır. Vezirlerim benimle gelecektir. Âlimlerim, Tebriz’de eda edeceğimiz Cuma namazı için hazır olsunlar. Yalnız Eshâb-ı kirâma (peygamberimizin sahabeleri) söverek dil uzatan, cemaatle namaz kılmayı men eden, camilerdeki minberleri yıktıran, Ehli-i Sünnet âlimlerini öldüren, Şeybek Han’ın kafasında şarap içen Şah İsmail ve taraftarlarının küfrüne ve kanlarının helal olduğuna dair ulema ne buyurur?” diye sormuştur. Devrin âlimlerinden Sarı Gürz Nureddin Hamza ise bu konuda verdiği fetvada;

“…Şah İsmail’e açılacak olan savaşların, diğer din düşmanları ile yapılacak savaşlar gibi cihat sayılacağı, umumiyetle bu gibilerin öldürülmesinin caiz olduğu, mallarının helal, nikâhlarının ise batıl olduğu, bu taifeye mensup olanların reisleri Şah İsmail’i ilâh yerine koyup secde ettikleri… Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer’e sövüp saydıkları, Resûlullah Efendimizin hanımı Hazret-i Âişe validemize iftira edip sövdükleri, İslamiyet’i yıkmak için uğraştıkları, onların kâfir oldukları[25] belirtiliyordu.

 5. OSMANLI ORDUSUNUN ÇALDIRAN’A İNTİKALİ (Kroki-1) VE MUHAREBE İÇİN TERTİPLENME (Kroki-2)

Yavuz Sultan Selim’in Harp Kararı, Çaldırana yürüyüşü ve İran Hükümdarı Şah İsmail’e gönderdiği mektup ile yeniçerilerin ayaklanması

Yavuz Selim, harp kararını topladığı fevkalade bir divanda aldı. Padişah harp kararını aldığı zaman on bin azap askerinin hazırlanması için Anadolu’ya hükümler gönderdi. Ve bütün kuvvetlerin Bursa yakınındaki Yenişehir ovasında kendisine iltihak etmesini emretti. Yavuz Selim Anadolu’ya bu emirleri gönderdiği zaman Edirne’de bulunuyordu. Manisa Valisi olan oğlu Süleyman’a bir mektup yazarak Rumeli muhafazasını üzerine alması için Edirne’ye gelmesini emretti. Harp hazırlıklarını tamamlayan Yavuz Sultan Selim, 1514 yılı baharında, İran’a sefer için 20 Mart 1514 tarihinde Edirne’den İstanbul istikametinde harekete geçti.[26] Yavuz Sultan Selim, 29 Mart 1514 günü İstanbul’a gelerek Eyüp civarında bulunan Fil Sahrasında otağını kurmuştu. Yavuz, 19 Nisan 1514 tarihinde Beşiktaş’tan Üsküdar’a geçmiş ve burada iki gün kaldıktan sonra Maltepe’de ordu birliklerine katılmıştı. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in Edirne – Çaldıran yürüyüşü Kroki-1’dedir.

Çorum-Amasya-Tokat çevresinde yayılan ve yeni bastırılmış olan Nur Ali isyanının, intikal yolunun seçiminde etkili olduğu değerlendirilmektedir. Ayrıca İntikal yolunun Konya’dan geçirilmesinde ise; Konya’nın Selçukluların, daha doğrusu Anadolu’nun tarihi ve meşru bir başkenti oluşu, Osmanlı Devleti ve Ordusunun, Selçukların devamı olduğunu hatırlatmasının amaçlandığı düşünülmektedir.

 Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’e gönderdiği mektup

Yavuz, 27 Nisan 1514 günü İzmit civarı bulunduğu sırada İran Hükümdarı Şah İsmail’e gönderdiği mektupta özetle;

“… Bilesin ki ilahi hükümlerden yüz çevirenlerin, dini ve şeriatı yıkmaya çalışanların bu hareketlerine, bütün Müslümanların ve bu arada adalet sever hükümdarların, kudretleri nispetinde mani olmaları farzdır. Bunu söylemekten maksadımız şudur: Tekke köşesinden hâkimiyete yükselen sen, Müslümanların memleketlerine saldırdın. Zulüm kapılarını açtın. Günahsız Müslümanları incittin. Fitne ve fesadı kendin için esas kabul ettin. Mescitleri, türbeleri ve mezarları yıkmak, Peygamber neslinden gelen seyyid’lere ihanet etmek, Kur’anı kerimin ayet-i celile dolu sayfalarını pisliklere atmak ve din büyüklerine sövmek gibi işler, senin kötü hallerinden bir kaçıdır

Din adamları, kesin delillerle dayanarak senin dini inkâr ve başka bir dine geçtiğin için, senin ve sana tabi olanların öldürülmelerinin vacip olduğuna, mallarınızın, rızıklarınızın yağma, kadın ve çocuklarınızın esir edilmesinin mubah olduğuna ittifakla karar vermişlerdir. Bu durum karşısında ben, Allahın emirlerini yerine getirmek, zulüm görenlere yardım etmek için ipekli elbiselerimi çıkardım. Zırh giydim. Kılıç kuşandım. Ata bindim. Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim. Maksadım, Allahın inayetiyle senin padişahlığını yok etmek ve bu suretle de acizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır

Ancak kılıçtan önce sana, İslamiyet’i teklif ederim. Eğer yaptıklarından pişman olup can ve gönülden Tanrıdan günahlarının affedilmesini diler ve aldığın kaleleri geri verirsen, tarafımızdan dostluktan başka bir şey görmezsin. Fakat kötü hallerin devam ettiği takdirde, zulmünle karanlığa boğarak simsiyah yaptığın yerleri nura kavuşturmak ve senin elinden almak üzere inşallah yakında geleceğim. Tanrının kararı ne ise öyle olacaktır.” [27] Demiştir.

Osmanlı Ordusu, İzmit’ten sonra ordunun toplanacağı Bursa yakınında Yenişehir’e yöneldi. Yenişehir’de Hasan Paşa’nın idaresinde Rumeli’den gelen kuvvetlerde padişaha iltihak etti. Burada Anadolu’daki Kütahya, Karasi, Hamid, Menteşe, Aydın, Çankırı Bursa, Bolu, Kastamonu, Ankara gibi sancakların askerleri de orduya katıldı.  Osmanlı Ordusu, Bozüyük – Eskişehir yolu ile yürüyüşüne devam ederek 31 Mayıs 1514 akşamı Konya’ya varmıştı. Yavuz bu arada ordunun yürüyüşünü örtmek ve İran kuvvetleri hakkında bilgi edinmek amacıyla Seyitgazi’de Vezir Dokakin oğlu Ahmet Paşa’yı 20.000 kişilik bir kuvvetle Sivas genel istikametinde ileri göndermişti.[28] Ordu, Kayseri’den sonra 23 Haziran 1514 tarihinde Dülkadir beyliğinin devlet sınırı civarı olan Çubuk Hanı konağına geldiği zaman Yavuz, Dülkadir beyi Alaüddevle’ye bir mektup göndererek İran hükümdarı Şah İsmail’e karşı birlikte hareket etmeyi teklif etmiş ancak Alaüddevle, ihtiyarlığını ileri sürerek Yavuz’un bu teklifini kabul etmemişti.

Kayseri’den sonra Sivas’a gelindiği zaman ordunun sayımı yapıldı. Mevcudun 140.000 kişi olduğu ayrıca 60.000 devenin bulunduğu görüldü. Askerin içinden yaşlı, küçük ve hastalar da dâhil olduğu halde 40.000 kişi seçilip ayrılarak İskender Paşa kumandasında Kayseri ile Sivas arasına bir ihtiyat kuvveti olarak bırakıldı. Bu kuvvetlere verilen vazife gerek muharebe cephesinde, gerekse Anadolu’nun içerisinde vukua gelebilecek her hangi bir hadiseyi önlemek üzere bir emniyet unsuru teşkil etmek, orduya geriden gelecek ikmal ve iaşe hizmetlerinde yardım etmekti.[29]

28 Haziran 1514 tarihinde Osmanlı Ordusu, Sivas yakınında Kızılırmak kenarındaki Hekim Çayırı konağına gelerek ordugâha geçmişti. 4 Temmuz 1514 tarihinde Sivas’tan hareket edilmiş, Hafik’ten itibaren harp yürüyüşüne geçilmişti. 12 Temmuz 1514’de Suşehri ne varılarak İran topraklarına girilmişti. Ordu, yürüyüşe devam ederken erzak ve mühimmat sıkıntısı yaşanmış ancak Yavuz Sultan Selim bu sıkıntıyı aşmak için de İstanbul’dan gemilerle Trabzon’a oradan da katır ve develerle erzak ve mühimmat naklettirmişti. 18 Temmuz 1514 tarihinde Erzincan civarında Fırat nehri kenarında konmaya geçilmişti. Bir gün sonra da Kemah ve Bayburt istikametlerinde akınlar yapılmıştı. Ordu, yürüyüşüne devam ederek 16 Ağustos 1514 günü Erzurum - Çaldıran arasındaki Sakallı konağına gelmişti. Bu konakta iken güneyde bulunan Çaldırana yakın olan Ala Dağlara kar düşmüştü.

 Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’e gönderdiği son mektup

Yavuz, İran hükümdarına ‘İsmail Bahadır’ diye hitap eden son mektubunda;

“… Benim memleketimin hududu üzerinde görünmekle bana meydan okudun. Bizi beklemekte olduğunu bildirdin, biz de davete icabetle uzun yollar aşarak memleketine girdik. Haftalarca yürümekle devam ettiğimiz halde, ne senden ne de askerinden bir haber yok. Padişahların ellerindeki memleket onun nikâhlısı gibidir. Erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının elini ona dokundurtmazlar. Hâlbuki bunca gündür askerimle memleketine girdiğim halde senden bir haber yok. Ölümüsün, yoksa sağ mısın? Bilemem! Hile ve Huda’dan (aldatma) başka bir şey bilmez misin? Eğer korkuyorsan bir tabip getir ki seni tedavi etsin. Seni çok korkutmamak için askerimden 40.000 kişiyi ayırarak Kayseri ve Sivas arasında bıraktım. Hasma (karşı taraf) mürüvvet (iyilik) ancak bu kadar olur. Bundan sonra da gizlenmeye devam edersen erkeklik sana haramdır. Miğfer yerine yaşmak, zırh yerine çarşaf giyerek serdarlık ve şahlık sevdasından vazgeç.” [30] Demek suretiyle Yavuz, Şah İsmail’i tahrik edip onu harbe zorlamak istemiştir.

 Yeniçerilerin ayaklanması

Osmanlı Ordusu aylardan beri yolda idi. Sivas’tan sonra yol zahmeti gittikçe fazlalaşmaktaydı. Bunca mesafe kat edilmesine rağmen düşman ortalarda görünmüyordu. Askerler arasında hoşnutsuzluk başlamıştı. Nihayet padişahın, çocukluğundan beri haremde birlikte büyümüş olan, pek eskiden beri sevip itimat ettiği Karaman Valisi Hemdem Paşa, Yavuz Selim’in huzuruna çıkarak; düşmanın ortalarda görünmediğini, tahrip edilmiş arazide ilerlemenin tehlikeler yaratacağını, bu sebeple ordunun geri dönmek arzusunda bulunduğunu arz edince, derhal idam edildi. Ve yerine ümeradan Zeynel Paşa Karaman Valiliğine tayin edildi…

Şeyhülislam [31] Ali Cemali Efendi; “Padişahım hangi hükme dayanarak katlettiniz?” Diye sorduğunda Yavuz Selim özetle;

“…Biz bu cihada çıkarken, vezirler, âlimler ve komutanlarımızla müşavere ettik. Karar verdik. Allah-ü Teâlâ’ya tevekkül (işi Allaha bırakmak) ederek yürüdük. Hemdem’in yerinde oğlum Süleyman bile olsa, onunda boynunu vurmaktan kıl payı çekinmezdim.” Demiştir. [32]

Eleşkirt’in Sakallı konağında iken, daha önce tahrik edilmiş olan yeniçeriler;

“… Ortada Acem (Şah İsmail’in İran Ordusu) Ordusundan eser yoktur. Ordu yürüyüşten çok yorulmuştur. Yeniçerilerin üstleri, başları ve ayakkabıları kalmamıştır. Atların nalları düşmüştür. Her taraf tahrip edilmiş, yakılmış ve yıkılmış bir durumdadır. Zahire yok, yiyecek yok, ot yok, Padişahımız merhamet kılsın. Geri dönelim.” Diye müracaat etmişlerdi. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim de kararından dönmeyeceğini bildirmişti. Bunun üzerine yeniçeriler, çadırlarını yıkarak, çarıklarını harbiler üzerine dikerek isyan etmişlerdi.[33] Yeniçeriler, küstahlıklarını Padişahın otağına kurşun sıkacak kadar da ileri götürmüşlerdi. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, büyük bir cesaret ve soğukkanlılık göstererek asi yeniçerilerin içine Karabulut ismindeki atıyla dalmış ve onlara;

“… Biz henüz arzu ettiğimiz yere varmadık. Düşmanla karşılaşmadık. Buradan geri dönmek ihtimali yoktur. Hatta bunu düşünmek bile doğru olmayan bir hayaldir. Teessüf (ne acıdır ki)  olunur ki, Şah’ın emrinde bulunanlar, kendi efendileri yoluna can verdikleri halde biz, şeriat-ı Ahmediyye’ye karşı hareket edenleri yola getirmek için buralara, serhatlara (sınırlara) kadar geldik. Bir takım gayretsizler bizim bu gayretlerimizi yarıda bırakmak için bizleri geri çevirmek isterler. Biz, katiyen yolumuzdan geri dönmeyeceğiz.

 Bana böylemi hizmet etmek istiyorsunuz? Ulülemre itaat edenlerle planladığımız yere kadar gideriz. Korkaklar ve kalpleri zayıf olanlar, eşlerini, çoluk çocuk ve çocuklarını düşünenler, yol yorgunluğunu bahane edenler, bana hizmet için kılıç kuşanmış ve tirkeş (ok mahfazası) takmış olanlardan şimdi ayrılsınlar. Geri dönsünler. Kendileri bilirler. Dönerlerse, din yolundan dönmüş sayılırlar. Eğer onların bahaneleri düşmanın gelmediği ise, düşman daha ilerdedir. Er olanlar ve düşmanla çarpışacak mertler benimle beraber gelsin, eğer içinizde er yoksa ben tek başıma giderim.” [34] Diye atını ileri sürmüş ve yaptıklarından utanan yeniçeriler de, bir kişi dahi ayrılmaksızın ve geri kalmaksızın Başkomutanları yavuz Sultan Selim’in doğu yönündeki yürüyüşünü takip etmişlerdir.

Osmanlı Ordusu 22 Ağustos 1514 günü Çaldıran sahrasına ulaşmıştı. Şah İsmail’in İran Ordusu ise daha önce Çaldıran Sahrasına (Hoy-Sahrası) karakol ve öncüleri ile birlikte gelmişti. Yavuz Çaldıran Sahrasının kuzey tepelerine yerleşmiş ve gerekli güvenlik tedbirlerini almıştı.

Harp meclisinin toplanması

Yavuz Sultan Selim, kendi başkanlığı altında muharebe sahasında bir harp meclisi toplamış ve bu toplantıya Vezir-i azam, vezirler, Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri (askeri kadı), yeniçeri ağası, Anadolu, Rumeli ve Karaman Beylerbeyi katılmıştı. Toplantıda yaklaşık beş aydan beri yolda olan yaklaşık o güne kadar 2500 km. yol kat eden ordu personelinin ve hayvanlarının çok yorgun ve bitap düştüğü ileri sürülerek en az 24 saat istirahattan sonra muharebeye girilmesi büyük çoğunlukta teklif edilmişti. Ancak Baş defterdar Piri Mehmet Çelebi fikri sorulduğunda ise;

“…Asker arasında Şah İsmail’e taraftar olanlar vardır. Özellikle Rumeli akıncılarının büyük bir kısmı alevidir.(Şii) Bunlar durumlarını gizlemektedirler. Vakit geçirilirse, karşı tarafla anlaşarak Şah İsmail’in saflarına katılmaları veya hiç olmasa işi gevşek tutmaları mümkündür. Bu bakımdan durum şüpheli ve naziktir. Düşmanında hücum edebileceği dikkate alınmalıdır. Osmanlı Askerinin, ayağının tozu ile muharebeye sokulmasının iyi sonuç verdiği tecrübe ile sabittir. Bundan dolayı vakit geçirmeksizin muharebeye girilmesi uygun olur.” [35] Demiştir. Yavuz Sultan Selim de aynı kanatta olduğu için Piri Mehmet Çelebi’nin teklifinden son derece memnun kalmış ve:

“…İşte asker içinde yegâne sahibi - rey bir adam, yazık ki, vezir olamamış.” diyerek muharebeye hemen girilmesi hakkındaki kesin kararını bildirmiş ve savaş düzeninin de bütün gece çalışarak alınmasını ve sabaha kadar bitirilerek muharebeye hazır olunması emrini vermişti. Yavuz gibi iradeli ve azimli bir komutanın yorgunluğa bakmaksızın ertesi günü hemen muharebeye girilmesi hakkındaki kesin kararı, bu zaferin kazanılmasında en büyük etkenlerden biri olmuştur.

Osmanlı Ordusu ile İran Ordusunun Harekât Planları ile Muharebe için tertiplenmeleri

Yavuz Selim 23 Ağustos 1514 sabahı düşmana hücum etmek üzere ordusunu tepelerden ovaya indirerek şu şekilde harp nizamı almıştı: Sağ cenahta Sinan Paşa’nın kumandasında Anadolu ve Zeynel Paşa’nın kumandasında Karaman kuvvetleri. Sol cenahta Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşanın kumandasında Rumeli kuvvetleri, merkezde de yeniçeri, cebeci, topçu ve sipahi bölüklerinden oluşturulan kapıkulu askerleri vardı. Ordunun başkomutanı olan Yavuz Selim, yanında veziriazam Hersek zade Ahmet Paşa, ikinci vezir Dükakinzade Ahmet Paşa ve üçüncü vezir Mustafa Paşalar ile kazaskerler (ordu kadısı/askeri kadı) bulunduğu halde merkezde süvari, silahtar, ulufeci bölükleri ile birlikte yeniçerilerin arkasında yerlerini almışlardı. (Kroki-2) Arabalar ile develer yeniçerilerin önünde bir siper teşkil ediyordu.[36]

Muharebenin ilk safhasında savunmada kalmak ve düşman taarruzunu kırdıktan sonra bir karşı taarruzla kati neticeye ulaşmaktı. Bu maksadı elde edebilmek için Kroki: 2’de görüldüğü gibi merkezde bulunan yeniçerilerin sağ ve soluna 200’e yakın top yerleştirilmiş ve bu toplar zincirlerle birbirlerine bağlanmıştı. Bu topların gizlenmesi ve düşmana silah yönünden bir baskın yapılabilmesi için topların önünde Anadolu ve Rumeli azaplarından bir perde vücuda getirilmişti. İran Ordusu süvari birlikleriyle taarruz geçtiği zaman, mevzilenmiş bulunan topların önündeki azaplar, topların arasındaki aralıklardan süratle geriye çekilecekler, Osmanlı topçusu yaylım ateşi açacak, bu suretle düşman taarruzu kırılacaktı. Nitekim Çaldıran Meydan Muharebesi bu plan dâhilinde başlamıştı.

Çaldıran harekâtına başlangıçta (Kayseri- Sivas bölgesine kadar) toplam 140.000 kişi katılmıştı. Burada yapılan yoklamadan sonra, 40.000 kişi Kayseri – Sivas arasındaki bölgede geri bölgenin güvenliği ile ileriye dönük ikmal ve iaşe faaliyetlerini hafifletmek nedeniyle bırakıldığından, Çaldıran harekâtına ortalama 100.000 kişi katılmıştı. Çaldıranda Osmanlı Ordusunda 200 kadar da top mevcuttu. [37] Osmanlı Ordusu sağ cenah, merkez ve sol cenah olmak üzere üç grup halinde tertiplenmişti.

Önce Tebriz’de toplanmış olan ekseriyeti Ustacalı, Afşar, Varsak, Dul kadirli, Rumlu (Anadolulu), Kaçar ve Karamanlı gibi Türkmenlerden oluşan 80.000 kişilik [38] İran Ordusu ise yığınağını Hoy Sahrasında tamamlamıştı. Buradan da Çaldırana yürümüş ve Çaldıran Sahrasında ovanın oldukça hâkim tepelerine yerleşerek, Osmanlı Ordusunun gelmesini beklemişti.

İran Ordusunun önemli bir kısmı Azeri Türkleri ve Türkmenlerden Kurulu olduğu için bu askerlerde cengâver ruhlu idi. Şah İsmail, tahta çıktığı tarihten, Çaldıran seferine gelinceye kadar geçen 12-13 yıl zarfında 14 hükümdarı ortadan kaldırmış olduğundan, kendisinin ve İran Ordusunun da morali yüksekti.[39]

 6. ÇALDIRAN MEYDAN MUHAREBESİ (23 AĞUSTOS 1514) (Kroki-3)

İki ordu Azerbaycan vilayetinin kuzey-batısında ve Doğubayazıt kasabasının 80 km. güney doğusu ile Van gölünün kuzey doğusunda bulunan Çaldıran Ovasında karşılaştılar. 23 Ağustos 1514 Çarşamba günü sabah gün doğarken yaklaşık saat: 04.00 sularında muharebe başladı. Beklendiği ve tahmin edildiği gibi İran Ordusu her iki cenahtan büyük süvari kuvvetleriyle Osmanlı Ordusunun sağ ve sol kanatlarına birden taarruza geçti.

  [40]

 İran Ordusunun sol cenahına komuta eden Ustaçluoğlu Mehmet (Muhammed) Han, Anadolu Askerlerinin bulunduğu Osmanlı Ordusu sağ kanadına üstün süvari kuvvetleriyle taarruza geçti. İran süvarileri Osmanlı Topçusunun müessir menziline girdiği zaman, Osmanlı sağ cenah komutanı Anadolu Beylerbeyi Hadım Sinan Paşa, topçunun önünde mevzilenmiş bulunan Anadolu Azap askerlerini (daha önce planlanmış olduğu gibi) muntazam bir şekilde geri çekilmeye başlamış ve Osmanlı topları yakın mesafeden İran süvarileri üzerine ateş açmıştı. İran süvari kuvvetleri bu topçu ateşi karşısında şaşırmışlar ve büyük kayıplar vermişlerdi. Anadolu süvarileri de bu durumdan yararlanarak taarruza geçmişti. Başta Ustaçluoğlu Mehmet Han ve oğulları olmak üzere birçok İran Ordusunun komutanları bu saldırı esnasında hayatlarını kaybetmişlerdi. İran Ordusunun sol cenah ve Merkez grubu ağır kayıplar vererek yenilgiye uğramış, Kurtulabilenlerin bir kısmı ise İran Şah’ının komuta etmekte olduğu İran sağ cenah kuvvetlerine doğru çekilmişti

İran kuvvetlerinin sağ cenahına komuta eden Şah İsmail’de 10.000’i ağır zırhlı olmak üzere toplam 40.000 kişilik en güzide süvari kuvvetleriyle Osmanlı Ordusunun sol kanadına taarruz etmişti. Rumeli azap askerleri, bu cenahta mevzilenmiş bulunan topların önünden zamanında çekilmedikleri için Osmanlı topçusu vaktinde ateş açamamış ve dolaysıyla Şah İsmail’in taarruzu başarılı olmuştu. Şah İsmail, daha sonra taarruzlarını Osmanlı Ordusu sol cenahının yan ve gerilerine tevcih etmişti. Rumeli askerlerinin asıl kuvvetleri üzerine yüklenen Şah’ın bu saldırısı da başarılı olmuştu. Muharebenin en şiddetli olduğu bir sırada Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa ağır bir şekilde yaralanmıştı. Saatlerce devam eden bu kanlı çatışmada sonunda Osmanlı Ordusunun sol cenahı çökmüştü. Başta Rumeli Beylerbeyi ve on kadar Rumeli Sancak Beyi olmak üzere Rumeli askerleri büyük kayıplara uğramışlardı. Bu cenahta kalan kuvvetlerin çoğu merkeze bir kısmı da gerideki ordugâh yerine çekilmek zorunda kalmışlardı

İran Şahı, Osmanlı Ordusunun sol cenahını çökerttikten sonra Osmanlı Ordusuna son darbeyi vurmak istiyordu. Bunun için de taarruzlarını Yavuz Sultan Selim’in bulunduğu Osmanlı Ordusunun merkezine ve yeniçerilerin gerilerine yönlendirdi. Bu durum karşısında yeniçeriler cephe değiştirmiş ve ellerinde bulunan tüfeklerle İran süvarilerine ateş etmeye başlamışlardı. İran Ordusu ağır kayıplar vermeye başlamış ve taarruzu kırılmıştı. Yedekteki yeniçerilerin, silahtarlar ve sipahi bölüklerinin Yavuz Sultan Selim’in emriyle yaptıkları karşı taarruz sonucu,  İran süvarileri geri çekilmek zorunda kalmıştı. İşte bu anda harbin kaderi Osmanlı Ordusu lehine dönmüştü

Her taraftan kuşatılmış bulunan Şah’ın emrindeki İran süvari kuvvetleri, çoğunluğu kısmen imha ve kısmen esir edilmişti. Ağır kayıplara uğramış bulunan İran Şah’ı İsmail, Osmanlı kuşatma çemberi tamamıyla kapanmadan, elinde kalan bir kısım kuvvetleriyle canını zor kurtararak geri çekilmek mecburiyetinde kalmıştı. Giyinişi ve teçhizatı Şah İsmail’e benzeyen Şah’ın erkânından olan Mirza Sultan Ali, Şahı kurtarmak üzere ileri atılmış “Şah benim” demek suretiyle kendini feda etmiştir. O arada İran ordusundan Hızır Aka adında biri de kendini feda ederek atını Şah İsmail’e vermiş böylelikle Şah’ın mutlak bir esaretten veya ölümden kurtulmasını sağlamışlardı. Savaş meydanından yaklaşık 15 kişilik bir maiyetiyle kaçmaya muvaffak olan Şah İsmail’in peşinden Şehsuvaroğlu Ali Bey ve Mihaloğlu Mehmet Bey gönderildiyse de Şah yakalanamamış ve Tebriz yönünde kaçmayı başarmıştı. Şah kendini güven altında hissetmediğinden Tebriz’de fazla kalamamış ve oradan da İran’ın Hemedan vilayetine bağlı Dergüzin’e gitmişti. Osmanlı Devleti Çaldıranda büyük ve tarihi bir zafer kazanmıştı.[41] Şah İsmail, zevcesi Taçlı Hanım’ı bile terk ederek, güçlükle hayatını kurtarabilmişti. Yavuz, şairlerin meclisinde bulunan Cafer Çelebi’yi, Şah’ın zevcesi Taçlı Hanımla evlendirmişti.[42]

 

 İran Şah’ın kaçmasıyla İran Ordusu da dağılmış ve bir kısmı esir edilmişti. Bu suretle 23 Ağustos 1514 sabahı gün doğarken saat: 04.00’da başlamış olan Çaldıran Meydan Muharebesi, gün batarken saat: 18.00’da Osmanlı Ordusunun zaferi ile sona ermişti. Şiilerin büyük hezimeti ile neticelenen Çaldıran savaşına Sûfî-Kıran adı verilmiştir.

İranlıların ağır zayiatının yanında Osmanlı Ordusu da ağır zayiat vermişti. Şah Ordusundan 14 Han, Osmanlı Ordundan da 10 Sancak beyi ve Beylerbeyi can vermişti. Şah İsmail harp meydanını terk ederek kaçınca Şah’ın ordugâhı, hazineleri, kendisinin ve ümerasının zevceleri (eşleri) Osmanlı Ordusunun eline geçmişti. Bu muharebe de ele geçirilen kadınlardan birisi de Şah İsmail’in zevcelerinden Bağdat Hâkimi Hülefâ Bey’in kızı Taçlı Hanım da vardı.[43]

Yavuz Sultan Selim, Çaldıranda şehit düşenlerin namına bir kabir yaptırıp üstüne ölüm tarihlerini ihtiva eden bir direk diktirmiştir. Bu konuda tutulan kayıt ise (sadeleştirilmiş ve özet olarak);

“…Hemen Hünkâr buyurdu. Anadolu’dan ve Rumeli’den ve Yunan (Karaman) dan ve her ne kadar beyler ki şehit oldu ise hep bir yere cem (toplama) eylediler  bir muazzam yer kazıp hep o şehitleri bir yere gömdüler, üstünü örtüler,o örtülen yerin üstüne bir amut (direk) diktiler. Onların dahi tarihlerini yazıp ruhlarına dua kıldılar.” [44]

 7. OSMANLI ORDUSUNUN TEBRİZ’E GİRİŞİ

Yavuz Sultan Selim, Çaldıranda muharebe sahası civarında iki gün kaldıktan sonra 25 Ağustos 1514 günü Çaldırandan Tebriz yönünde hareket etti. (Kroki-1) 25 Ağustos akşamı Sökmen ova’da, 26 ve 27 Ağustos günleri ise Hoy’da (İran/Tebriz’in kuzey batısı) geçirilmişti. 30 ve 31 Ağustos 1514 günleri Yukarı Rahata Hanı, 5 Eylül de ise Acı su (Serap) konaklarında kalınmıştır. Bu konakta bulunulduğu sırada Tebriz’in ileri gelenleri otağ-ı hümayuna gelerek Yavuz’a hoş geldin demişlerdi. Nihayet 6 Eylül 1514 Çarşamba günü Tebriz’e varılmış ve otağ şehir yakınında kurulmuştu.

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, 8 Eylül 1514 Cuma günü büyük bir merasimle İran Şahı’nın hükümet merkezi Tebriz şehrine girdi. Selamlık resmi icra edilmiş ve Sultan Yakup (veya Uzun Hasan) Camiinde Cuma namazı kılınmış ve Yavuz Sultan Selim adına hutbe okunmuştu. Bu suretle Sünniliğin, Şiiliğe karşı zaferini temsil eden tarihi tören burada yapılmıştı. Tebriz’de sekiz gün kalmıştı. Yavuz, Tebriz’de bulunduğu sırada 1.000 kadar ilim, fen ve sanat erbabını İstanbul’a göndermişti ki, bunlar içinde Timurlenk’in ahfadından (torunlarından) Horasan hükümdarı meşhur Hüseyin Baykara’nın oğlu ve halefi olan Bediüzzaman Mirza, İsfahanlı meşhur hafız Mehmet ve onun oğlu Hasan Can vardı. Hasan Can, daha sonraları Yavuz’un nedimi (sohbet arkadaşı) olmuştu. Hasan Can, Yavuz Sultan Selim ölürken yanında bulunmuştu. Hasan Can aynı zamanda meşhur Osmanlı müverrihlerinden (Tarihçi) Tacüttevarih’i yazmış olan Şeyhülislam Hoca Sadettin Efendinin de babasıdır.[45]

 8. YAVUZ SULTAN SELİM VE ORDUSUNUN AMASYA’YA ve DAHA SONRA İSTANBUL’A DÖNÜŞÜ (Kroki-4)

Yavuz Sultan Selim, 1514-1515 Kışını Azerbaycan bölgesinde geçirerek 1515 yılı İlkbaharında mağlup İran hükümdarı Şah İsmail üzerine yeniden harekete geçerek bu işi kökünden halletmeyi düşünüyordu. Fakat Azerbaycan’da kışın çok sert geçmesi, o sene İran Azerbaycan’ı bölgesinde yağmur’un az yağmasıyla mahsulün de az olması ayrıca yakalanamayan Şah İsmail’in saklandığı yerden çıkarak Osmanlı Ordusunu rahatsız ve taciz etmesinin muhtemel olması nedenleriyle Yavuz, bu fikrinden vazgeçmek zorunda kalmıştı.  Yavuz, bu sebeplerle Tebriz’de kalmayı uygun bulmamış mümbit ovalara sahip bulunan Karabağ (Erivan’ın doğusu / Gökçe Gölü batısı) bölgesinde kışı geçirmek üzere 14 Eylül 1514 tarihinde Tebriz’den hareket etmişti.

14 Eylül Salahan, 15 Eylül Safian civarı, 16 Eylül Merend bölgesi, 17 Eylül Zonos Çayı, 18 Eylül Gerger ve 19 Eylül günü de Çulfa bölgesine varılmış buradan da Aras Nehri aşılarak 20 Eylül 1514’de Nahcivan civarında konmaya geçilmişti. Aras Nehrine gelindiği sırada, bir an evvel İstanbul’a dönmek isteyen ve kışı bu uzak diyarlarda geçirmeyi kendilerine göre uygun bulmayan bazı devlet adamlarının kışkırtmaları sonucu, kapıkulu askerleri ve özellikle yeniçeriler ve sipahiler yeniden isyan etmişlerdi. Yırtılmış elbiselerini mızrakların ucuna takarak Rumeli’ye dönmek istediklerini haykırdılar. Hatta aralarından bazıları padişahın çadırına kurşun atacak derecede işi ileri götürmüşlerdi. Yavuz, vezirlerin, devlet adamlarının, komutanların ve kapıkulu halkının fikir birliği halinde olduklarını anlamıştı. Bu bölgede (Karabağ) kalmaya ısrar etmeyerek Aras nehri boyunca Revan (Erivan) üzerinden Kars-Erzurum yönünde geri dönmeye karar vermişti.[46]

Ordu 21 Eylül’de Karabağ civarında, 25 Eylül günü ise Revan (Erivan) şehri yakınında daha sonra 1 Ekim 1514’de de Kars civarında ordugâha geçilmişti. Osmanlı Ordusu Kars mıntıkasına yaklaştığı sırada Gürcistan hâkiminden kervanlarla erzak gelmişti. Bu suretle ordunun yiyecek ihtiyacı önemli ölçüde giderilmişti. Erzurum yönüne gitmek üzere Allahüekber Dağlarının arkasından (Batısından) yürüyüşe devam edildi. Yavuz Sultan Selim, Erzurum’a vardığı sırada Bayburt’un anahtarları kendisine teslim edildi. Osmanlı Ordusu, 14 Ekim günü Erzurum yakınındaki Kân yurdu konağına, 1 Kasım günü Şarki Kara hisar’a (Şebinkarahisar), 13 Kasım’da Niksar’a, 23 Kasım 1514 tarihinde ise oldukça uzun ve meşakkatli yürüyüşten sonra Amasya şehrine varmıştı.

Yavuz Sultan Selim, İran seferi dönüşünde Nahcivan da iken askerlerin bazı köy evlerini yakmalarına çok sinirlenerek, “Siz askeri muhafazada ihmal gösteriyorsunuz” diye Sadrazam Hersek zade Ahmet Paşa’yı azletti. Daha sonra da İstanbul’a dönüşünde İran seferi öncesi ve sonrasında hatalı davranıp askerleri tahrik eden, itaatsizliğe ve isyana teşvik eden Sadrazam Dukakinzâde Ahmet Paşa başta olmak üzere Kazasker Tacizâde Cafer Celebi, İkinci Vezir İskender Paşa ve Sekbanbaşı (Yeniçeri Ağası’ndan sonra gelen kişi) Balyemez Osman Ağa idam edilmişti.[47]

 9. İRAN SEFERİNDE İDARİ ve LOJİSTİK FAALİYETLER

Osmanlı Ordusunda herhangidir sefere karar verildiği zaman, bu sefere katılmaları uygun görülen beylerbeyi, sancak beyi ve bu meyanda kadılara gönderilen fermanlarda, ne zaman, nereye bir hareket yapılacağı, buna göre ne gibi yiyecek maddelerinin, ne zamana kadar, hangi menzil noktalarına ulaştırılması gerektiği belirtilirdi.

İkmal ve İaşe işlerini yürütmek amacıyla ve özelikle birinci sınıf ikmal maddeleri (yiyecek ve yem)’in tedarik, depolama ve dağıtımı için, ana yollar üzerinde kavşak noktalarında (çoğunlukla büyük şehir ve kasabalar civarında ve tercihen bir su kenarında) birer menzil noktaları ihdas edilirdi. Menzil noktalarına Menzil emini tayin edilirdi. Üretici, malını devlet tarafından tayin edilen rayiç üzerinden, menzillerde bulunan menzil emirlerine satmaya mecburdu. Bu maksat için de menzil emirlerine para verilirdi.

Ordu birlikleri, menzil bölgelerinden geçerlerken, ihtiyaçları olan ikmal maddelerini birliğe dağıtılırdı. Menziller; aynı zamanda devlet emirlerinin yerlerine ulaştırılmasına, görevli yolcuların barınmalarının, istirahatlarının ve ihtiyaçlarının sağlanmasına yarayan kuruluşlardı. Tatarlar ve ulaklar (haberciler) bu menzillerdeki han ve kervansaraylarda ikamet ve istirahat eder ve hayvanlarını buralarda değiştirerek yollarına devam ederlerdi.

İçecek su ihtiyacı için özelikle orduda mevcut 100.000’i aşkın hayvan mevcudu dolaysıyla konak ve ordugâhların bir akarsu kenarında kurulması esastı. Nitekim Çaldıran yürüyüşü esnasında güzergâhtaki ordugâh yerleri hep bu şekilde bir su kenarında kurulmuştu. Ayrıca birliklerin su ihtiyaçları sakalar vasıtasıyla sağlanırdı. Her kapıkulu ortasında ve her tımarlı sipahi bölüğünde deriden (tulumdan) yapılmış su kırbaları vardı. Bunlar, saka beygirleriyle taşınırdı.

Düşman topraklarında karşılaşılması muhtemel durumları göz önüne alan ve uzağı gören bir komutan olan Yavuz Sultan Selim, ordunun iaşesi için yurtiçi bölgesinde (İstanbul ve Rumeli’den) deniz Trabzon’a zamanında iaşe maddelerini sevk etmiş ve depolamıştı. Nitekim Erzincan’a varışından itibaren Yavuz Sultan Selim, ordunun ikmal ve iaşesi için Trabzon’daki bu ana depolardan istifade etmişti.

Cebeci ocağı; Topçudan başka diğer bütün kapıkulu sınıflarının silah, mühimmat, tahkim, tahrip araç ve gereçlerini tedarik eden, depolayan, bakım ve onarım işlerini sağlayan, dağıtan ve savaştan sonra bunları toplayarak onaran ve barış zamanında depolarda muhafaza eden bir sınıftı. (Şimdiki ordu donatım sınıfı gibi) Cebeci ocağı, istihkâmcılık, köprücülük işlerini de yapan teknik bir sınıftı.

Osmanlı süvarisi genel olarak kılıç ve mızrak ile piyadesi ise özellikle yeniçeriler, mousget a meche denilen fitilli ve ağızdan dolma tüfeklerle mücehhezdi. Piyadelerin tığ denilen bir çeşit süngüleri de vardı. Bir kısım erler de balta ile donatılmıştı. Toplar da ağızdan dolma ve fitilli idi. Cephane için lüzumlu kurşun muharebe sahasında dökülürdü.

Osmanlı Ordusuna kapıkulu teşkilatı içinde tabip ve cerrahlar bulunurdu. Tabipler çoğunlukla azınlıklardan (özellikle Yahudi) olurdu. Tabip, cerrah ile eczacıların başı hekimbaşı idi.

Kol ve Katarlar için başta deve olmak üzere at, katır ve arabalardan faydalanılırdı. Özellikle develer fazla yem yemeden ve su içmeden baş altı gün yol alabildiklerinden diğer hayvanlara tercih edilirlerdi. Yavuz Çaldıran Seferine 20.000 deve kullanmıştı. Bütün bu kol ve katarlar, zağracıbaşının emir ve komutası altında bulunuyordu. Kol ve katarlar, Yavuz Sultan Selim devrinde öncünün gerisinden ve ordunun önünden giderlerdi. Zağracıbaşı, doğrudan doğruya vezir-i azamdan emir alırdı. Ağırlıklar daha önce vararak birliklerin yemeklerini hazırlarlardı. Birlikler ordugâha varınca yemeklerini pişmiş olarak hazır bulurdu. Düşmanla temasın yakın olduğu zamanlarda ise kol ve katarlar, güvenlik açısında orduyu arkadan takip ederlerdi.

XVI. yüzyıl başlarında Osmanlılar, Asya ile Avrupa arasında bir geçit teşkil eden boğazlar yolu ile gerek ticari ve gerekse askeri nakliyatlar için Karadeniz, Marmara ve Ege Denizini bir ulaştırma yolu olarak kullanmışlardı. Nitekim Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Seferine çıkarken ordunun iaşesi için deniz yolundan istifade etmiş, iaşe maddelerini gemilerle İstanbul’dan Trabzon’a deniz yolu ile sevk etmişti.[48]

Türk donamasının Venedik ve İspanya donamalarından üstün olmasını isteyen Yavuz, eskiden Bizans tersanesinin bulunduğu Haliç sahilindeki mezarlıkları kaldırtarak vaktiyle Fatih Sultan Mehmet’in kurmuş olduğu İstanbul tersanesini yüz altmış gözden mürekkep büyük bir tersane haline getirmiştir. O tarihten itibaren Gelibolu’nun yerine burası Osmanlı Bahriyesi’nin merkezi olmuştur.[49]

 10.  ÇALDIRAN MEYDAN MUHAREBESİNİN SONUÇLARI

Osmanlı Devletini doğudan tehdit eden büyük bir kuvvet olan İran Safevi Devletinin yenilmesiyle Osmanlı Orduları ilk defa Azerbaycan’a girmiş ve bilhassa doğu Anadolu’nun fethi ve Anadolu’nun Osmanlı idaresi ile birleşmesi bu savaşla mümkün olmuştur. Ayrıca ilerde yapılacak Mısır-İran ittifakı ihtimali ortadan kalkacak derecede zayıflamıştır. Gürcistan’ın Osmanlı Devletine ilk itaati de bu muharebe vesilesi ile olmuştur. Osmanlı Devleti için İran Devleti ile 20 sene gibi büyük bir harbe gerek kalmadan yeni bir devrenin açılması imkânı hâsıl olmuştur. İran devletinin yeni Şiiler kazanmak gibi mezhep propagandaları da akıbete uğramıştır.

Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail arasında yapılan Çaldıran savaşı, Osmanlı, İran ve Batı Asya tarihinin en önemli kırılma noktalarından birisidir. Çaldıran Savaşı, sadece kendi çağına değil, içinde bulunduğu coğrafyanın siyasal, kültürel ve jeopolitik durumunu etkilemiş ve günümüze kadar etkisini göstermiştir.

Çaldıran Meydan Muharebesinin Yavuz Sultan Selim tarafından kazanılmış olması, Osmanlı Devletinin gerek doğuda, gerekse batıda yabancı devletler nezdinde itibarını arttırmıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin doğu yönü güvence altına alınmış, bunun tabii sonucu olarak da Osmanlı Devletinin batıda ve güneyde hareket yapmaları için geniş bir serbestlik alanı elde edilmişti. Nitekim Yavuz bu durumdan faydalanarak 1516-1517 yıllarında Suriye, Filistin ve Mısır’ı fethetmiş, oğlu Kanuni Süleyman da daha ziyade batıya yönelme imkânı bulmuştur.

Bu zaferin siyasi alandaki bir sonucu olarak, Anadolu’nun jeopolitik durumu düzetilerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Batı Anadolu’ya eklenerek Anadolu’nun bir bütün olarak birliği, beraberliği ve güvenliği sağlanmıştı. Bu suretle Anadolu’muzun, Selçuklulardan sonra bozulan birliği yeniden temin edilmiş, siyasi haritamızın bu günkü şekli Çaldıranda dökülen Türk kanlarıyla çizilmiştir.[50]

Yavuz Sultan Selim, Çaldırana giderken, ordunun yürüyüşünü ilerden örtmek, İran kuvvetleri ve durum hakkında bilgi almak (keşif ve emniyet) maksadıyla Dokakinoğlu Ahmet Paşa komutasında 20.000 sipahiden oluşan müstakil bir süvari kuvvetini Seyitgazi’den (Eskişehir- Kütahya arasında)  Sivas yönüne göndermişti. Bu suretle denilebilir ki, dünya orduları içinde, bir birliği, müstakil bir ordu süvarisi gibi kullanma taktiğini ilk uygulayan bir komutan aynı zamanda bir hükümdar olmuştu.

Çaldıran Sahrasında elinde mevcut topları düşman gözünden gizleyerek, Şah İsmail komutasındaki İran süvarisinin taarruzu esnasında, azapları birinci hattan tam zamanında çekerek ve yine tam zamanında yakın mesafeden ateş açtırmak suretiyle düşmana karşı bir çeşit baskın tesiri sağlanmıştı. Yavuz Sultan Selim,  düşmana karşı bu baskın prensibini uygulamakla bu zaferin kazanılmasında birinci derecede amil olmuştu.

İran hükümdarı Şah İsmail’in Osmanlı ülkesini parçalamak maksadıyla giriştiği dini propagandaların bir sonucu olarak memleket, Sünni-Şii kavgasının içine atılmış, memleketin huzuru bozulmuş ve hatta bu yüzden yukarıda ifade edildiği gibi Şah kulu ve Nur Ali Halife Rumlu liderliğindeki kişilerin organize ettiği silahlı ayaklanmaları meydan gelmişti. Bu savaşın kazanılmasıyla Şii propagandasının önü alınmış, Şiiliğin Anadolu’da yayılması geniş ölçüde önlenmişti.

Osmanlı Ordusu, İstanbul’dan hareket tarihi olan 20 Nisan 1514 tarihinden Çaldıran meydana muharebesinin cereyan ettiği 23 Ağustos 1514 tarihine kadar, dört aydan beri devamlı yürüyüş yapmıştı. Önceden alınan tedbirlere rağmen ordu, İaşe ve İkmal yönünden önemli sıkıntılar yaşanmıştı. Bundan başka asker içinde birçok Alevi’nin bulunması da manevi birlik ve beraberliği zedeliyordu. Eğer Yavuz Sultan Selim, bu muharebeyi kaybetmiş olsaydı, bu sayılan sebepler, onun ve Osmanlı Ordusunun aleyhine birer faktör olarak ortaya atılacaktı. Yavuz’un bu şartlara rağmen bu savaşta muzaffer olması, onun askeri kudret ve dehası ile iradesinin üstünlüğünü göstermiştir.

Mezhep yönünden birbirinden farklı dini inançların da başlıca rolü olduğu bu büyük muharebede, birbirlerini yok etmek suretiyle, saltanatlarına son vermek ve mağlup tarafın topraklarını kendi memleketine katmak amacıyla, bir ölüm – kalım savaşına tutuşmuş olan bu iki kuvvetli ve kudretli hükümdarların savaşında Yavuz Sultan Selim ve ordusu muvaffak olmuştur.

Yavuz Sultan Selim’in en mümtaz askerlerini teşkil eden kapıkulu birliklerinden kurulu bir ihtiyatı, kendi bulunduğu merkez grubunda bulundurması ve bu ihtiyat kuvvetini tam zamanında kullanmasını bilmesi, zaferin kazanılmasında önemli etkenlerden birisi olmuştur. Ayrıca Osmanlı Ordusunun çok yorgun olmasına rağmen, geceleyin birkaç saat gibi kısa bir zaman süresinde muharebe düzenini alarak savaşa hazırlanmasının da bu zafere olan katkısı büyük olmuştur.

 Osmanlı Ordusunda mevcut 200 kadar top ve yeniçerilerin ellerinde bulunan tüfekler (İran Ordusunda bulunmuyordu) Osmanlı Ordusuna üstünlük sağlıyordu. Nitekim muharebenin kazanılmasında bu ateşli silahların ve özellikle topların rolü büyük olmuştu. Yavuz, büyük zahmetlere katlanarak bu ağır silahları Çaldırana kadar götürmüş ve bu ateşli silahları tam ve zamanında ve yerinde kullanmıştı.

Ateşli silahlar ve top üretimini ile hafif topçu birliklerini geliştiren, teknolojinin önemini kavrayan Sultan II. Beyazıt’tır. Beyazıt, bu suretle kendinden sonra gelecek olan oğlu Yavuz Sultan Selim ve torunu Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük hükümdarların gelecekteki zaferlerinin alt yapısını hazırlamıştır.

Doğuştan kanında mevcut cengâverlik ruhu, eğitim üstünlüğü, Türk Devletine mensup olma, başkomutanları ile iftihar etme duyguları bulunan Türk askerleri, Çaldıran Savaşının kazanılmasında en büyük rolü oynamışlardır. Savaş sonra erdikten sonra ertesi gün (24 Ağustos 1514) Çaldıran Sahrasında Yavuz Sultan Selim için büyük bir otağ kurulmuştu. Burada Yavuz, vezirlerin, ileri gelen komutanların, zafer tebriklerini kabul etmiş, vezirlere terfiler vermiş, diğer askerlere de ihsanlar dağıtmıştı.  Aynı gün muharebe sahasını da gezmiş, şehitleri gömdürmüştü.

Zaferi müteakip İran Ordusundan geri kalanlar esir edilmiş birçok ganimet de ele geçirilmişti. Esirler arasında teşvik maksadıyla muharebe sahasına kadar getirilmiş olan ümera (emirler-beyler) eşleri de vardı. Kadın esirler içinde Bağdat valisi Hulefâ Bey’in kızı,  Şah İsmail’in eşi Taçlı Hanım da bulunmaktaydı.[51]

Yavuz Sultan Selim’in ve ordusunun İstanbul’dan (Üsküdar) hareket tarihi olan 22 Nisan 1514 ile Tebriz’e varış tarihi olan 6 Eylül 1514 tarihleri arasında tam dört buçuk ay (138) gün geçmiştir. Bu müddetin 105 günü yürüyüş ve 33 günü istirahattır. Bu müddet zarfında yaklaşık olarak 2250 km. yol alınmıştır. Bu, yürüyüş günlerine bölündüğü takdirde, günde ortalama 24,3 km. yol kat edildiği anlaşılmaktadır. Dönüş yolculuğu (Tebriz – Amasya) ise, 78 gün sürmüş ve 1300 km. yol kat edilmiştir. Yürüyüş günleri 58 ve istirahat günleri ise 20’dir. Bu da ortalama günde 22,4 km. etmektedir. Edirne – İstanbul–Çaldıran–Tebriz–Amasya yürüyüşü ise toplam olarak 4100 km. etmektedir. Yürüyüş günleri ise 172 gündür. Bu takdirde de yine ortalama günlük yürüyüş 24 km.dir.[52] Çaldıran savaşından sonra da Osmanlı-İran münasebetleri düzelmemiştir.

Osmanlı- İran Safevi mücadelesi, gerek Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail dönemlerinde, gerekse onların çocukları ve torunları dönemlerinde çatışma ve savaşlarla devam etmiştir. Ancak stratejik üstünlük Osmanlı Devletine geçmiştir. Günümüze kadar gelen pek çok siyasal, ekonomik ve dinsel gelişme, doğrudan veya dolaylı bir şekilde Çaldıran savaşının sonucudur. Bu savaş sonunda Osmanlı Devletinin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu günkü doğu ve güneydoğu Anadolu’nun sınırları çizilmiş ve verimli Çukurova toprakları fethedilerek Memlûk Devletinin kuzey sınırlarına dayanılmıştır. Ayrıca Suriye-Kızıldeniz-Basra Körfezi-Hint Okyanusu yolu ile dünya ticaretinin merkezinden biri olan doğu Akdeniz’in egemenliği de ele geçirilmiştir. Çukurova-Hatay-Diyarbakır hattı bugünün Türkiye’sinde de stratejik önemi sarsılmaz bir şekilde devam etmektedir.

Netice olarak; Müslümanlar arasındaki kanlı çarpışmalar, yargısız infazlar, kaynağını dinden almayan faaliyetler, ne Osmanlı için, ne İslâm âlemi için ne de “İttihadı-ı İslâm” ve “Türk cihan hâkimiyet” için fayda sağlamıştır. Bilakis, dini ve siyasi tartışmalara yol açmış, Müslümanların birbirlerine karşı kin ve nefretle dolmalarını neden olmuş, hatta İslâm âleminin ya da İslâm ülkelerinin güçlenmelerine engel teşkil etmiştir. Kısaca bu uygulamalar, sorunları ve tehlikeleri ortadan kaldırmaktan ziyade, problemlerin daha da büyümesine ve fetihlerin İslam âlemi ve Osmanlı Devleti için son derece faydalı sonuçları olacağı yerde, sakıncalı sonuçların doğmasına ve günümüze kadar tartışıla gelmesine neden olmuştur. [53]

 Saygılarımla…

 

 10. EKLER

Kroki-1: Osmanlı Ordusunun Edirne, Çaldıran ve Tebriz’e Yürüyüşü ve Konak Yerleri

 

Kroki-2: Osmanlı ve İran Ordularının Çaldıran Ovasında Şematik Muharebe Düzenleri (23 Ağustos 1514)

 

Kroki-3: Çaldıran Sahrasında 23 Ağustos 1514 günü sabahı İki Taraf Ordularının Durumu ve İran Ordusunun Taarruzu

 

Kroki-4: Çaldıran Meydan Muharebesinden Sonra Osmanlı Ordusunun Tebriz – Amasya Yürüyüşü (Tebriz’den Hareket 14 Eylül 1514, Amasya’ya varış 20 Kasım 1514)

Osmanlı Ordusunun Edirne, Çaldıran ve Tebriz’e Yürüyüşü ve Konak Yerleri

Kroki-1





11. YARARLANILAN KAYNAKLAR:

 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Osmanlı-İran Savaşı, Çaldıran Meydan Muharebesi (1514), Gnkur. ATASE Bşk.lığı Askeri Tarih Yayınları Seri No: 2, III. Cilt, 2nci Kısım Eki, Ankara Gnkur. Basımevi 1979

Arif Erdoğan; Yavuz Sultan Selim’in Faaliyetlerinde Din ve Siyaset Faktörü, Birinci Baskı, Ankara Kasım 2007

Baron Joseph Von HAMMER; Osmanlı Devleti Tarihi, Cilt: IV, İstanbul 1984

Celâl - zade Mustafa Bey Koca Nişancı; Selim-Nâme, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990

Enver Ziya Karal; Yavuz Sultan Selim’in oğlu Şehzade Süleyman’a Manisa Sancağını idare etmesi için gönderdiği Siyasetname, 21-22 sayılı BELLETEN’den ayrı basım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1942

Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, 7. Baskı, 1975

İsmail Hami Danişmend; Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, Cilt:2, 1948

İslâm Ansiklopedisi; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 10. Cilt, İstanbul 1967

İslâm Ansiklopedisi; X. Cilt, Fasikül 116

İdrîs’i Bidlîsî; Selim Şah-Nâme, Hazırlayan Dr. Hicabi Kırlangıç, Kültür Bakanlığı Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 2001,

Kamil Su; Yavuz Sultan Selim; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1949

Mustafa Cezar; Mufassal Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, Ankara 2011

M. Çağatay Uluçay; Yavuz Sultan Selim, İkinci Baskı, Özyürek Yayınları, İstanbul 1959

Muammer Yılmaz; Cihangir Sultan Yavuz Sultan Selim, Elit Kültür TÜRDAV Yayın Grubu, İstanbul Şubat 2009

Mustafa Semih Arıcı; Yavuz Sultan Selim; Kastaş Yayınevi, Birinci Baskı, İstanbul Eylül 2008

M.C. Şehabeddin Tekindağ; Yeni Kaynak ve vesikaların ışığı altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi, Tarih Dergisi, Cilt XVII. Sayı 22 den ayrı Basım, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1968

Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Yavuz Sultan Selim, İstanbul 1949

Reha Bilge; Yavuz Selim ve Şah İsmail, Giza Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2011

Dr. Tansel Selahattin; Sultan Beyazıt II.’nin Siyasi Hayatı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1966

Dr. Tansel Selahattin; Yavuz Sultan Selim, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1969

Hoca Sadeddin Efendi; Tâcü’t-Tevârih, Kültür Bakanlığı Yayınları: 301, İstanbul 1979

Tr.wikipedia.org/wiki/II.Beyazıt

 



[1] Yavuz Sultan Selim (1nci Selim); 10 Ekim1470 yılında Amasya’da doğmuş ve babası II. Beyazıt’ın hükümdarlığı zamanında Trabzon valisi olmuştu. Annesi, Dulkadiroğlu Alaüddevle Bozkurt Bey’in kızı Ayşe Hatun’dur. Gençliği dedesi Fatih Sultan Mehmet’in yanında geçer. Babası II. Beyazıt tarafından 17 yaşında Trabzon’a Vali tayin edilir. Beyaz yüzlü, çatık kaşlı, sakalsız uzun bıyıklı ve sert bakışlı idi. İyi eğitim görmüştü. Bu özelliklerinden dolayı kendine “Yavuz” lakabı verilmişti. Yavuz, elbisesinde ziyneti sever ve daima zarafetle, zevk-i selim ile temeyyüz ederdi. Kaftanı kıymetli işlemelerle süslüydü. Kendinden öncekiler silindir şeklinde bir kavuk giyerlerdi. Selim, o serpuşun yerine yuvarlak, döndürülmüş şekilde ve yukarısı tamamen şal ile örtülü bir kavuk kabul etti. Bu serpuş, bizzat Padişah’ın söylediği gibi İran Hükümdarı Keyhusrev’in tacına benziyordu. Kendinden önceki padişahlar sakal bırakmış oldukları halde, Yavuz, sakalını tıraş ettirirdi. Fakat bıyıklarını bırakırdı. Gözleri büyük ve parlaktı. Siyah ve sık kaşlarıyla büyük bıyıkları da şiddetli tavrını tamamlıyordu.

Şehzade Yavuz, Trabzon’da iken Osmanlı topraklarında emelleri olan İran Safevi Devleti’nin başı Şah İsmail’e ve bu arada Gürcülere 1508 yılında (Kuta is seferi) savaş açmış sonunda bugün Türkiye toprakları içinde bulunan Kars, Erzurum, Artvin illerini Gürcülerden alarak Osmanlı topraklarına katmıştır. Yavuz’un bütün gayesi, dedesi Fatih Sultan Mehmet gibi İslam âlemini tek bir bayrak altında toplayıp Türk -İslam birliğini sağlamaktı. Yavuz, kardeşi Şehzade Ahmet’in saltanata daveti ile ilgili son kararı öğrenince maiyetindeki kırk bin kişilik kuvvetle Çorlu yakınında babası II. Beyazıt’ın kuvvetlerinin bulunduğu “Karıştıran” ovasına geldi. Baba-oğul, emirlerindeki askerlerle ikinci defa karşı karşıya gelmiş ve Uğraş Köyü mevkiinde 3 Ağustos 1511 tarihinde yapılan muharebede Yavuz Sultan Selim’in kuvvetleri mağlup olmuş,  Şehzade Yavuz, Kırım Adasında ki Kefe’ye gitmişti.

Selim, 19 Nisan 1512 günü İstanbul’a gelmiş ve Ocak ağalarına; “ Babam Sultan Beyazıt Hazretleri zamanında seferler az olup asker ve ocaklığa rehavet gelmiştir. Benim zamanım ise, seferler olacaktır. Seferlerde ise güçlük ve yorgunluk, kan döküş ve can veriş vardır. Peşin söylerim, beni bu şartlar ile kabul ederseniz padişahınız olurum. Yoksa beyhude bu davaya yapışmayım. Sancağım olan Semendire’ye döneyim. İşte devlet ve işte padişahınız. Ne isterseniz eyleyin. Ama bugün bunu kabul edip yarın muhalefet edene de aman vermem.” Demiştir. Ocak ağaları bunu üzerine Şehzade Selim’e biat etmişlerdir.  Bu arada Yeniçerilerin ve bazı devlet erkânının Selim’den başka hükümdar istemediklerini II. Beyazıt’ta söylemeleri üzerine Yavuz, 24 Nisan 1512 tarihinde 42 yaşında Osmanlı tahtına çıkmıştır. Tahtan zorla indirilen II. Beyazıt’a yılda 2 milyon akçe tahsisat bağlanarak, kendisinin Dimetoka’ya (Türk-Yunan sınırında) gitmesine müsaade edilmiştir. Fakat Beyazıt Dimetoka’ya varmadan Çorlu civarında ölmüştür. (26 Mayıs 1512)

Hanedan içinde bir veraset-i saltanat kanunu olmadığından dolayı Fatih’in kanunnamesi gereğince hükümdar olan şehzade, diğer kardeşlerini öldürebilecekti. Fatih’in (1451-1481) ünlü kanunnamesinde nizamı âlem için kardeş katline izin veren madde şöyleydi: “…ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşlarını nizam âlem için katletmek mümkündür. Ulema dahi kabul etmiştir. Anında amil ola.” (Ancak Ali Hikmet Berki gibi bazı tarihçiler, böyle bir kanunnamenin varlığını inkâr etmekte, sonradan uydurulduğu ileri sürülmektedir. Bunlara göre Fatih Kanunnamesi ve özellikle kardeş katline izin veren ünlü madde aslında mevcut olmayıp, nizamı âlem için kardeş katlini uygun görenlerce ortaya atılmıştır. Fakat Nizami âlem için kardeş katli meselesi, asırlarca zihinleri meşgul etmiş, tarihte silinmez izler bırakmıştır. II. Beyazıt, Sultan Selim’e saltanatı terk ederken şehzadelerden herhangi birisinin kendisine muhalefet etmedikçe öldürülmemesini tavsiye ile oğlundan söz almıştı. Sultan Selim, saltanat kanunu gereğince kendi oğlu Süleyman’dan (Kanuni)  başka hiçbir şehzadeyi hayatta bırakmamaya karar verdi ve Bursa’ya gelerek biraderleri Şehinşah, Alemşah ve Mahmud’un oğullarını boğdurarak işe başladı. Yavuz, Bursa’dan kalkıp biraderi Şehzade Korkut’un Manisa’daki sarayını muhasara etmiş ancak onu elde edememişti. Korkut,  tebdil-i kıyafetle sarayın arka kapısından kaçmaya muvaffak olmuş ancak Teke (Antalya) ilinde saklandığı bir mağarada yakalanmıştı. Korkut’un niyeti, deniz yolu ile Rodos şövalyelerine sığınmaktı. Ancak Şehzade Korkut, Bursa’ya getirilirken yolda Emet (Eğrigöz) kasabasında ve uykudan uyandırılıp kapıcı başı Sinan Ağa tarafından kement ile boğulmuştur. Cesedi ise Bursa’ya büyük dedesi Orhan Gazi’nin türbesine defnedilmiştir. (13 Mart 1513)  Korkut, kuvvetli bir şair olduğu gibi, usta bir musikişinas ve mükemmel bir bestekârdı. Bilgi donanımı ve entelektüel kapasitesi yüksek olan bu Şehzade’nin öldürülmesi, Osmanlı Tarihinin kötü ve hazin bir sayfasıdır. Öldüğü zaman 46 yaşındaydı.

Sıra Şehzade Ahmet’e gelmişti. Şehzade Ahmet’in vezirler ve devletin diğer ileri gelenleri arasında büyük bir nüfuzu vardı. Zira bunlar biliyorlardı ki Ahmet padişah olunca yerlerinde kalacaklar ve savaş gibi zahmetli işlere girmeyip payitahtta rahatlarına bakacaklardı. Yavuz, devlet erkânının ağzından Şehzade Ahmet’e mektuplar yazdırarak onun saltanat hırsını tahrik etti. Ahmet, bu mektuplara kanarak topladığı kuvvetlerle Konya üzerinden Bursa’ya yürümüştü. İki taraf kuvvetleri 26 Nisan 1513 Salı günü Bursa yakınında Yenişehir Ovası’nda 32 yıl evvel Cem Sultan ile II. Beyazıt’ın taç ve taht için savaştığı aynı yerde karşılaştılar.  Şehzade Ahmet Yavuz’a “Aramızdaki dava için boş yere bunca Müslüman kanı dökmeyelim.  Gerekirse teke tek vuruşup Ali Osman tahtını üleşelim…” diye haber göndermesine rağmen bu istek kabul edilmemişti. İki kardeş ordu çarpışmış, Türk Türk’ü öldürmüş, birçok yağız Türk gencinin kanı akmıştı. Bu arada Şehzade Ahmet atından düşerek yakalanmış Yavuz ile görüşmek istediyse de Yavuz bunu reddetmişti. Şehzade Ahmet’in idam görevi de Sinan Ağa’ya verilmişti. Ahmet parmağında bulunan çok kıymetli yüzüğü çıkarıp Sinan Ağa’ya uzatarak “Bunu saadetli biraderimize (Yavuz) verirsiniz. Kendisine layık değil ise de ona bırakacak yanımızda bir başka yadigârımız yok” demişti. Sonuçta Yavuz’un emriyle Şehzade Ahmet, Kapıcı başı Sinan Ağa tarafından yay kirişiyle boğulmuştu. Şehzade Ahmet’in cenazesi Bursa’da Sultan II. Murat türbesine gömüldü. Bu suretle Şehzadeler problemi tamamen sona ermişti. (Ocak 1514)

Yavuz, 12 Haziran 1515 tarihinde yapılan Turna Dağı / Nurhak Muharebesi sonucunda mağlup olan dedesi Dulkadir Beyi Alaüddevle ile 4 Oğlu’nun (Yavuz’un aynı zamanda dayıları) başını kestirerek Memlûk Sultanı Kansu Gavri’ye göndererek onu tehdit etmiş ve gözdağı vermek istemiştir. Yavuz’un bu şekilde dede ve dayılarını katletmesi, Dinimize, İslamlığa ve insanlığa sığmayacağı değerlendirilmektedir. Ayrıca siyasi emellerini gerçekleştirmek için akraba ve Müslüman kanının boş yere akıtıldığı yerde din faktörünün aranmasının ve bu uygulamaların dini olduğunu ileri sürmenin gerçekçi olmadığı düşünülmektedir. Yavuz, Kardeşi Şehzade Ahmet’in oğlu olan ve Mısır’a önceden sığınmış bulunan Şehzade Kasım’ın, Mısır’dan ayrılırken Hayırbay ‘a yakalanması için emir vermiştir. Hayırbay,  Şehzade Kasım’ı Mısır Berkiye taraflarında yakalatmış ve Kahire kalesine hapsetmiştir.   Hayırbay, Mısır’da bulunan diğer Osmanlı ümerası ile görüştükten sonra Osmanlı Şehzadesi olan Kasım’ı öldürtmüştür. (29 Ocak 1518) Kasım öldürüldüğü sırada 17 yaşında bulunuyordu. Şehzade Kasım’ın başı bir çekmece içinde Yavuz Sultan Selim’e (İstanbul) gönderilmişti.  Yavuz ; “nizam-ı âlem” kaygısıyla birlikte, Osmanlı Hanedanının devamını ve birliğini sağlamak ve Osmanlı tahtını rakipsiz bırakmak için şehzadeleri öldürtmüştür.

Ancak bu katletmelerin dini dayanağının olmayıp siyasi olduğu, değerlendirilmektedir. Birçok İslam veya Müslüman Türk Devletlerinde birlik ve devamlılık şehzadeleri ortadan kaldırmakla sağlanmış değildir. İslami ve insancıl yöntemlerle ülke birliği ve yüksek menfaatleri korunmuştur. Henüz hükümdarlık mücadelesine girişmemiş şehzadeler, Osmanlı Devletinin bakası ve birliği gibi gerekçelerle öldürülmüşlerdir. Onların ilerde böyle bir mücadeleye girişebileceklerini de önceden tahmin etmek son derece güçtür. Yavuz, irade ve azim kudreti, derin görüşü ve yüksek dehasıyla babası zamanında uyuşuk ve durgun bir hale gelmiş olan idareyi, kısa bir zamanda cevval bir hale getirmiş ve buna mani olmak isteyenleri tepelemişti. Kendisi mükemmel tahsil görmüş aynı zamanda güzel farsça şiirleri de vardı. Kendi el yazısı ile olan Farsça manzumeleri Topkapı Sarayı arşivinde bulunmaktadır. Yavuz’un asıl maksadı, İran Safavi Devletini ortadan kaldırmak ve Orta Asya’ya kadar gidip oralardaki Sünnileri nüfuzu altına almaktı. Bu arzusunu yerine getirmeye ömrü müsaade etmemişti.

Yavuz Sultan Selim, Avrupa’daki durumu olduğu gibi muhafaza etmiş ve asıl tehlikenin Asya’dan geleceğini takdir ile saltanatı müddetince bütün gayretini o tarafa sarf etmiş ve böylece kendinden sonra oğlu Kanuni Süleyman’ın, Avrupa’da ve Akdeniz’de daha emniyetle faaliyette bulunmasını temin etmişti. Yavuz Sultan Selim, Ağustos 1520 ayı içerisinde Edirne’ye giderken rahatsızlandı. Arkasında iki omuzu arasında sağ tarafa mail olarak çıkan halk arasında “yanıkara” , “şir-pençe” olarak bilinen bir çıbandan mustaripti. Manisa valisi şehzade Süleyman’a haber gönderdi ve oğlu gelmeden evvel 21 Eylül 1520 Cuma günü akşamı elli bir yaşında Çorlu karargâhının bulunduğu Sırt köyünde vefat etti. Şimdiki Sultan Selim Cami yanındaki yere defnedildi. Eşi: Kırım Hanı Mengli Giray’ın kızı Hafza Hatun idi. Çocukları: Fatma Sultan (Kara Ahmet Paşa zevcesi), Hatice Sultan (İbrahim Paşa zevcesi), Şah Sultan (Lütfü Paşa Zevcesi). Hafize Sultan  (Mustafa Paşa zevcesi), Oğlu Süleyman (Kanuni Sultan Süleyman).

Yavuz, 8 yıl saltanat sürmüş ve devlet topraklarının yüzölçümünü 2 milyon 373 bin Km.den 6 milyon 557 Km.ye çıkarmıştır. Ancak Osmanlı Devleti’nin birliği ve yüksek menfaatleri uğruna suçlu suçsuz şehzadeler katledilmiştir. Şah İsmail’in Şiiliği kullandığı gibi Yavuz Selim de Sünniliği açıkça kullanmıştır. Faaliyetlerinde, dini kaygılardan uzak olan Yavuz, Mercidabık Savaşının sonunda kutsal yerleri halkın gönlünde ter etme amacıyla ziyaret etmiş, Hicaz bölgesi yakın olmasına rağmen Hac farizasını yerine getirmemiş, Kurban bayramını Gazze’de geçirmiştir. Yavuz Sultan Selim, ömrünün son yıllarında Veziriazam Piri Paşa’yı huzuruna çağırıp; “Saltanat ve hilafet için ömrümün sonunda bazı zulüm ve işkence yaptım. Maksat ve muradım, Müslümanların refahı; gayem ve emelim ise müminlerin huzuru idi.” Şeklinde itirafta bulunmuştur. (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi, II. Cilt, 7. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1975, s. 238-252 ile s.301-306, Baron Joseph Von Hammer; Osmanlı Devleti Tarihi, Cilt: IV, İstanbul 1984, s. 1040 ile 1172, İslâm Ansiklopedisi; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 10. Cilt, İstanbul 1967, s. 424-425, İsmail Hami Danişmend; Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, Cilt: 2, 1948 s. 4-5, Mustafa Cesar; Mufassal Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, Ankara 2011, s. 707-708 ile s.716-722 ve s. 777, Muammer Yılmaz; Yavuz Sultan Selim, elit Kültür Yayınları, İstanbul Şubat 2009, s.9-11, s.35-36,s. 57-67, Mustafa Semih Arıcı; Yavuz Sultan Selim, Kastaş Yayınevi, İstanbul Eylül 2008, s. 15. 21. 27-28 ve 43, Arif Erdoğan; Yavuz Sultan Selim’in Faaliyetlerinde Din ve Siyaset Faktörü Ankara 2007, s. 104-107ile s. 148.156.159.164-165)

[2] Şah İsmail (1487-1524) ve Safevi/Şiilik/Şia/Alevilik/Kızılbaşlık; Şii Mezhebi, iki asırlık bir aradan sonra Şah İsmail zamanında yeniden ortaya çıkarılarak,  o günden beri İran eyaletleri üzerinde hâkim olmuştur. İran’da Akkoyunlu devletini yıkarak onun yerine yeni bir devlet kurmuş olan İsmail Safevi, Şeyh Safiyüddin Erdebillinin soyundan gelmedir. Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyt, babası Erdebil Şeyhi Haydar, annesi Akkoyunlu Türkmen Beyi Uzun Hasan’ın kızı Halime Begüm idi. 7 yaşında şeyh ilan edilmiştir. Gizlendiği yıllarda tarikat eğitimi görmüştür. Şah İsmail’in dünyevi eğitimini veren kişi, Hüseyin Bey Şamlı isimli bir Türkmen’dir. Varsak, Tekeli Dulkadir, Avşar ve Kaçar gibi pek çok Türkmen boyu Şah İsmail’in yanında ve çevresinde yer almıştır. Şah İsmail’e katılan Türkmenlerden bazıları yeni bir boy meydana getirmiştir. Örneğin, Sivas, Tokat, Amasya’nın köylü Kızılbaş Türkmenlerini toplayıp, “Rumlu” boyunu teşkil etmiştir. Antalya Teke yöresinin Türkmenleri Tekeli, Halep Türkmenlerinden gelip katılanlar ise Şamlu boyunu oluşturmuştu. Şah İsmail’in çevresinde Osmanlı karşıtı bir büyük Türkmen koalisyonu kurulmuştur. Osmanlı Devleti,  “Kızılbaşlık” gibi siyasi bir inanç mücadelesi ile karşı karşıya gelmiştir.  Şah İsmail’in, siyasi yaşantısının başlangıç noktası, Erzincan’da Türkmenleri çevresine toplamasıdır. İkinci adımı ise 1501 yılında Tebriz’i ele geçirip, orayı kendisine ve Safevi Devleti’ne başkent yapmasıdır.

Şah İsmail, 1500 yıllarında çevresine topladığı güçlerle ortaya çıkmıştır. Henüz On üç yaşında iken iktidar mücadelesine girişmiş olup şaşırtıcı bir zekâ ve siyasal yeteneğe sahipti. Şah İsmail’in ortaya çıkışı II. Beyazıt dönemine denk gelmektedir.1501’de Şirvan’a yürüyerek babasının katili Şirvan Şah Ferruh’u idam ettirdi. 1502’de Akkoyunlu ordusunu yenerek Azerbaycan’ın hükümdarı oldu. Buranın Müslüman halkını zorla Şii mezhebine soktu. Böylelikte İran’da Safevi saltanatı başladı. Şah İsmail kısa sürede tüm İran’a egemen olunca batıda Osmanlılar, doğuda Özbeklilerle komşu oldu. 1510’da Özbeklileri yenerek Horasan’a girdi. Doğu’da rakipsiz kalınca, Anadolu’da Şii propagandasına hız verdi. Şah İsmail Yavuz Sultan Selim ile yaptığı Çaldıran Meydan Muharebesini kaybedince kendisini içkiye vermiş ve henüz 37 yaşında iken yerini oğlu Tahmasb’a bıraktıktan sonra ölmüştür. Cenazesi Erdebil’e getirilip, ceddi Şeyh Safi’nin yanına gömülmüştür. 13 yaşında hükümdar olan Şah İsmail, 24 senelik saltanatı sırasında son derece taassup olan taraftarlık eden bir Şii idi. Bilhassa Sünnilere karşı takındığı zalimane tavır, onun en bariz vasıflarından biri idi.

Şah İsmail’in kurduğu devlet, birçok bakımdan Akkoyunlu devletinin devamı sayılmaktadır. Nitekim hiçbir zaman bir İran Milliyetçisi olarak gözükmemektedir. Devlet idaresinin önemli mevkilerini, iktidarını daha çok kendilerine borçlu olduğu Türk reislerine vermiş olması, bunun en açık delilidir. Şah İsmail’in hükümdarlığı yanında bir de şairlik cephesi vardır. Kendisi bir Türk hanedanı ile akrabalığı, yetiştiği muhit ve hükümdarlığını borçlu bulunduğu büyük bir kütlenin Türk oluşu sebebiyle, Türkçeyi resmi dil olarak kabul etmiştir. Eserlerinin hemen hepsini Türkçe olarak yazmıştır.

Safevi ismini, Şeyh Safiyüddin’den alan Şah İsmail, kendisinin mensup olduğu Şii mezhebini İran’ın resmi mezhebi haline getirmiş, hatta Şiiliği devlet kurmak için bir vasıta telakki etmiştir. Kendilerini “Sâdât-ı Hüseyniyye” den yani Hazreti Ali’nin oğlu Hüseyin’in soyundan addeden Şah İsmail, aslen halis bir Türk ailesindendir. Fakat “İsnâaşeriyye” Şiiliğine bağlı olan Şah İsmail, sadece bu mezhebin mensubu olmakla kalmayarak dini bir lider sıfatıyla kendisini bu mezhebin imam soyuna bağlamak suretiyle manevi nüfuzunu kuvvetlendirmek istemiştir. İsnâ-aşeriyye Şiiliğine bağlı olanlar yani oniki imama muhabbet edenlerce kendilerine derin saygı gösterilen oniki imam şunlardır. Hazreti Peygamberin amcası Ebu Talib’in oğlu olan Hazreti Ali, Hazreti Peygamberin kızı Fatma’dan doğan Hazreti Ali’nin Hasan ve Hüseyin adındaki iki oğlu, Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin ve onun oğlu ve torunları İmam Muhammed Bakır, İmam Cafer Sadık… İmam Musa Kâzım, İmam Ali Rıza, İmam Muhammed Takî, İmam Muhammed Nakî, İmam Hasan Asker ve İmam Muhammed Mehdî’dir. İran Safevi Devletinin kurucusu olan Şah İsmail, müfrit (aşırı) Şii, onun sülalesinden meşhur şahsiyetlerinden Şeyh Safiyüddin Erdebili ise Sünni idi. Şeyh Erdebil’in, torunu Alâüddin Ali’nin (1392-1423) zamanında Erdebil Şeyhlerinin Anadolu’da bilhassa Teke (Antalya), Hamit ve Karaman topraklarında pek çok müridi vardı. Erdebil Şeylerini hükümdarların bile ziyaret etmesi, bunların tarikat sahasındaki şöhret ve nüfuzlarının genişliğini ispat etmektedir. Şeyh Safiyüddin’i İlhanlı hükümdarı Muhammed Hüdabende, Alâüddin Ali’yi de Moğol Hakanı Timurlenk ziyaret etmişti…

Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar, müritleri arasında birlik ve beraberliği sağlamak için bir kıyafet kabul etti. Bunların kıyafetlerinin en orijinal tarafı başa geçirilen serpuş (başlık) idi.  Kırmızı renkte ve on iki dilimli bir takkeden ibaret olan bu serpuşun her diliminin üzerinde on iki imamın isimleri yazılı idi. Bu kırmızı serpuşları dolaysıyla bilahare Anadolu halkı tarafından “Kızılbaş” kelimesi Şiileri vasıflandırma için umumi bir tabir halini aldı. 16. Yüzyıldan itibaren, tartışıla gelen Alevi-Sünni olayı, Yavuz –Kızılbaşlar ilişkisi halen güncelliği ile birlikte esrarını da korumaktadır. Alevilerin çoğunluğuna göre Kızılbaşlar asırlar boyu ezilmişler, itilmişler, işkenceye maruz bırakılmışlardır. Kızılbaşlık, Şii mezhebinin mensubu olan kimselerin takip ettiği bir yoldur. Kızıl taç ve elbise giymeleri sonucu kendilerine bu ada verilmiş olup, Şia’nın İmamiye mezhebine mensup olan Safevi Devletini kuran Erdebil Süfileri (Sofu) 12 dilimli kızıl taç giymişler ve mensupları da bu tacı kabul etmişlerdir. Safeviler tarafından “Kızıl taç” kabul edildikten sonra, İran’daki Safevi şahlarına tabi olan bu zümreye Sünniler tarafından Kızılbaş denilmiştir

Terim olarak Şia; Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali ve Ehl-i Beytini (peygamber’in yakın akrabaları) halifelik için layık gören ve onu doğal olarak halife kabul eden, ondan sonra gelen halifelerinde onun soyundan gelmesi gerektiğine inanan toplulukların müşterek adı olmuştur. Alevi kelimesi Şia ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Hz. Ali’ye sevgi ve bağlılık gösteren, siyasi bir zümreleşme hareketini tercih eden Şii topluluklara, ileri sürdükleri görüşlere göre Zeydiyye, İsmailiyye, İmamiyye, Nusayriyye gibi isimler verilmiştir. Bunlardan İmamiyye, Safeviler sayesinde İran’da 1501 yılından 1737 yılına kadar süren bir devlete sahip olmuştur

Şeyh Cüneyt zamanında tamamıyla siyasi gayeler taşıyan bir teşekkül haline gelen ve İmamiyye Şiiliğini benimseyen Erdebil Tekkesi, Şah İsmail’in başa geçmesiyle (1510-1524) İran’da siyasi birliğin ve Şii-İmamiyye’ nin bir devlete sahip oluşunun başlangıcı olmuştur. Özellikle Şah İsmail, ifrat derecede Şiiliğe bağlanmış, Sünni mezheplere karşı şiddet kullanmış, ezana “Eşhedu enne Aliyyen Veliyyullah” sözünü ekletmişti.

Şah İsmail, 1503 yılında da Akkoyunlular’dan Sultan Murat’ı mağlup ederek Fars’ı ( İran), daha sonra’da Irak-ı Arabî elde etti. Netice’de 1508 Sultan Murat’ın hükümdarlığının son bulmasıyla Akkoyunlu Devleti de nihayete ermişti. Akkoyunlu topraklarının tamamına kısa zamanda Şah İsmail sahip oldu. Akkoyunlu hanedanlarından olup ta canını kurtarabilenlerin Dulkadir oğluna, Mısır hükümdarına ve Osmanlı padişahına iltica ettikleri görülmüştür. Zamanla Doğu Anadolu ile birlikte Irak ve Suriye’nin Osmanlı toprağı haline gelmesinde, Akkoyunlu boy ve oymaklarının Safevilere karşı tabi düşmanlığından istifade edilmiştir…

Şah İsmail, on dört senede on dört hükümdar’ı mağlup etmişti. Bunların arasında Şirvan, Dulkadir, Akkoyunlu, Özbek hükümdarları da vardı. Şah İsmail, aşariye Şiiliğini, İran ile civarındaki topraklarda yaşayan Fars, Türk, Kürt, hatta Arap unsurlarını bir araya toplayıp birleştirmek için kullanmaktaydı. Şah İsmail’in etrafa saldığı derviş ve kalender kıyafetindeki propagandacılar “Şah için” fedakâra ne hizmet ediyorlardı. Şah İsmail önderliğindeki Safeviler, dini ve daha doğrusu siyasi emellerini tahakkuk ettirmek isterken, bir taraftan yeni Şiiler elde etmeye, bir taraftan da eski Şiileri kendi hâkimiyet alanlarına çekmeye itina gösteriyorlardı. Safevilerin bu yöndeki çalışmalarının her iki türlüsü de Osmanlı Devleti için zararlı idi. Sultan II. Beyazıt’ın yumuşak siyaseti ve saltanatının sonlarındaki şehzadeler mücadelesi, Şah İsmail’in Osmanlı toprakları dâhilinde faaliyetlerini artırmasına sebep olmuştur. Anadolu topraklarında Şiiliği kabul edenler olduğu gibi devlet adamları arasında da Şiiliğe meyledenler de bulunmaktaydı

Tahtını, beraberinde getirdiği hazinelerini, atlas çadırını ve hatta eşlerinden biri olan Taçlu Hatun’u savaş meydanında (Çaldıran) bırakarak kaçan Şah İsmail’in ordusu, kan bakımından Osmanlı Ordusundan daha ziyade Türk’tür. Bunlarında ekseriyeti Antalya, Konya, İçel, Antep, Halep Maraş, Sivas çevresiyle Erzincan, Erzurum ve Diyarbakır gibi Doğu Anadolu bölgelerindeki göçebe ve köylü Türkmenlerinden idiler. İran Devletin kurucusu Şah İsmail, Selçuklulardan Kaçarlara kadar İran’da saltanat sürmüş olan Türk menşeli hükümdarlar arasında umumi şiir dili olarak Türkçeyi kullanmış yegâne şahsiyettir. Aynı zamanda o Azeri Türk Edebiyatı’nda en fazla şiir yazmış bir şair olarak da tanınmaktadır. Şiirlerinde en fazla dini inançlarını terennüm (ifade etmek) etmiştir. Şah İsmail’de tıpkı Yavuz Sultan Selim gibi özbeöz Türk ve farklı mezhepte de olsa Müslüman bir hükümdardı. Şah İsmail, Hz. Muhammet’i bazen yaygın İslâmi anlayışa, bazen de Aleviliğin bağdaştırmacı tavrına uygun bir şekilde niteler. İki cihan güneşinden kıyamet günü kendisine şefaat etmesini talep eder:

Asiyim yüzüm karasın sil Muhammed Mustafa

Dertliyim derdim çaresin kıl Muhammed Mustafa

Ruz-i mahşerde gelüben şefaat et sen bize

Vardığın miraç hakkıyçun Muhammed Mustafa

(Mustafa Cezar; Mufassal Osmanlı Tarihi, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2011, s. 688 -693 ile s.723-724, Muammer Yılmaz; Yavuz Sultan Selim, Elit Kültür Yayınları, İstanbul Şubat 2009, s. 82-84 ile s. 211, Mustafa Semih arıcı; s. 59, Arif Erdoğan; Yavuz Sultan Selim’in Faaliyetlerinde Din ve Siyaset Faktörü, Ankara 2007, s. 126-130, Reha Bilge; 1514 Yavuz Selim ve Şah İsmail, Giza Yayınları, İstanbul 2011 s.63-67,www.nkfu.com. Bilgi Dünyası )

[3] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, 7. Baskı,1975, s. 253

[4] Reha Bilge; 1574 Yavuz Selim ve Şah İsmail, Giza Yayınları, İstanbul 2011, s. 73

[5] Arif Erdoğan; Yavuz Sultan Selim’in Faaliyetlerinde Din ve Siyaset Faktörü, Ankara 2007 s. 28-29

[6] II. Beyazıt (3 Aralık 1448- 26 Mayıs 1512); Fatih Sultan Mehmet’in II. Beyazıt ve Cem isminde iki oğlu vardı. Beyazıt büyük oğlu idi. Her ikisinin de padişah olmasını isteyen adamları vardı. Amasya valisi II. Beyazıt ile Konya valisi Cem Sultan’a babaları Fatih Sultan Mehmet’in ölüm haberi gelince II. Beyazıt Cem Sultandan önce İstanbul’a gelmiş ve tahta çıkmıştı. Cem Sultan ağabeyinin hükümdarlığını kabul etmedi. O da padişahlığını ilan etti. Karaman oğlu Kasım Bey Cem tarafını tuttu. İki kardeş arasında kanlı çarpışmalar oldu. Bu savaşlarda yenilen Cem Sultan evvela Mısır’a sonra da Rodos’a kaçtı. Oradan Fransa’ya ve İtalya’ya götürüldü. Papanın yanında çok açıklı bir hayat yaşadıktan sonra öldü. II. Beyazıt, tek başına memleketi idare etmeye başladı. Gençliğinde çok içki içer eğlenceler tertip ederdi. Padişah olunca bunları bırakıp muntazam oruç tutmaya ve namaz kılmaya başlamıştı. Bu sebepten kendisine “Sofu” adı verilmiştir. II. Beyazıt’ın son yıllarda fazla ihtiyarlaması, devlet işleri ile yeterli derecede ilgilenmemesi, bazı kötü ve art niyetli vezirlerin bunu suiistimal etmesi, doğuda Şah İsmail tarafından kurulan Safevi devletinin işine yaramış ve İran hükümdarı Şah İsmail, Şii mezhebinin Anadolu’da yayılmasına ve Şah Kulu ve Nur Ali ayaklanmasının gerçekleşmesine neden olmuştur.

II. Beyazıt, Osmanlı Devletinin yükselme devri padişahlarındandır. 31 yıl süren saltanatı sırasında babası Fatih Sultan Mehmet ve oğlu Yavuz Sultan Selim devrindekilerin yarısı kadar bile fetih hareketleri yapılmamıştır. Onun hayatının birinci safhası şehzadelik devridir. Bu safhada II. Beyazıt, içki âlemlerine düşkündür. Hâlbuki hükümdar olduktan sonra yalnızca terk etmekle kalmayarak dindar bir hüviyete bürünmüştür. Venedik elçisi Andre Gritti 1503 senesinde II. Beyazıt’ı tarif ederken “… Boyu ortadan uzun, karayağız çehreli, daima ibadetle meşgul olur, camiye çok gider, pek çok sadaka dağıtır. En çok vakıf olduğu ilim kozmografyadır. Padişah araştırmaları dışında ordunun ıslah ve tenkisi (noksanlıkları) ile meşgul olmaktadır. Kölemenlere (Mısır) karşı olan mağlubiyeti, ordudaki inzibat fıkdanına (yokluğuna)  atfeden Beyazıt, yeniçerilerin adedini artırdığı gibi askeri yeni silahlarla teçhiz etmiştir. Bilhassa topçu ve süvari teşkilatı ve top nakliyatı ciddi bir ıslahata tabi tutulmuştur.” Demektedir.

İkinci Beyazıt âlim ve şair idi. İlim adamlarını ve sanatkârları korurdu. Sultan Beyazıt devrinin meşhur şahsiyetlerinden olan Hatipzâde ile Molla İzari gibi mutaassıp kimselerin tesiri altında kalmasaydı, müspet ilimler ile Fatih devrinde açılan serbest düşünce alanı daha fazla inkişaf edebilirdi. Fatih ve II. Beyazıt döneminin en meşhur ilim adamlarından biri olan Molla Lütfü, mutaassıp İbrahim Hatibzâde’nin dinsizlik töhmeti ile muhakeme edilerek katline fetva verildiği zaman, II. Beyazıt bu kararı tasdik etmeyerek mukavemet göstermişti. Ancak Hatipzade’nin ısrarı karşısında fazla dayanamayarak tasdike mecbur kalmıştı. (1494) Molla Lütfü’nün idamı Türk ilim âlemi için büyük bir yara teşkil etmiş ve o devrin ilim adamların üzerinde acı bir tesir bırakmıştır. Osmanlı tarihçiliği II. Beyazıt zamanında başlamıştır. İlk Osmanlı kroniklerin II. Beyazıt devrinde ve onun emriyle kaleme alınmış olduğu görülmektedir. Osmanlıların kuruluş devri için ana kaynak vazifesini gören Aşıkpaşa zadenin tarihi, Nevri’nin cihannüma’sı, İdris’i Bitlis’in Heşt Bihişt’i, İbn Kemal’in Tevarih-i Al-i Osman’ı hep II. Beyazıt devrinde yazılmış eserlerdir.  İlk Osmanlı tarihlerinden olan Mehmet Neşri Efendinin “Kitab-ı Cihannüma” adlı eseri, ilk defa 1492 yılında Mehmet Neşri tarafından tamamlanarak II. Beyazıt’a takdim edilmiştir. Bilahare Mısır’ın fethine kadar Yavuz devri olayları da buna ilave edilmiştir.

Sultan Beyazıt’ın İstanbul’da yaptırdığı eserlerden en önemlisi kendi adıyla anılan camiidir. İnşası dört buçuk sene sürmüş olan bu cami 1506 da bitirilmiştir. Beyazıt camiin mimarı Murat oğlu Mimar Hayreddin’dir. Mimar Hayreddin bu eser ile Osmanlı mimarisinde klasik devri açmıştır. Beyazıt’ın cami, medrese, imaret, tekke, hastane inşaatından başka Osmancık’ta Kızılırmak üzerinde dokuz kemerli, Sakarya üzerinde on dört kemerli, Manisa Gediz üzerinde on dokuz kemerli köprüler inşa ettirmiştir. Osmanlı Donanmasının güçlenmesi II. Beyazıt döneminde mümkün olmuştur. II. Beyazıt bir mücadele adamı olmaktan ziyade sakin tabiatlı bir siyasi ve bir ilim muhibbi  (taraftar) idi. Babası Fatih ve oğlu Yavuz Selim ile kıyaslanmayacak derecede müşfikti.  (merhametli) Kardeşi Cem’in kötü bir mücadeleye atılmasına rağmen ona Kudüs’te oturmasını teklif etmesi; Beyazıt’ın yumuşak kalpliliğinin delillerindendir.  (Mustafa Cesar; Mufassal Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, Ankara 2011, s. 708-715, M. Çağatay Uluçay; Yavuz Sultan Selim, Özyürek Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 1959, s. 3-5 )

[7] Mustafa Cezar; Mufassal Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, Ankara 2011,  s. 695 ve 696

[8] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Osmanlı – İran Savaşı, Çaldıran Meydan Muharebesi 1514, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Askeri Tarih Yayınları Seri No: 2,  III. Cilt, 2nci Kısım Eki, Ankara Gnkur. Basımevi 1979, s. 22

[9] Mustafa Cesar; s. 695

[10] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 254

[11] Dr. Tansel Selahattin; Sultan Beyazıt II.’in Siyasi Hayatı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1966, s. 248-250 ile İslam Ansiklopedisi; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 10. Cilt, İstanbul 1966, s.426 ve Mustafa Cezar; s. 695, M.Çağatay Uluçay; s. 9

[12] İslâm Ansiklopedisi; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 10. Cilt, İstanbul 1967, s. 426 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; s. 24

[13] Mustafa Cesar; s. 696

[14] Sünni mezhebi; Müslümanlar arasında Kur’an da ki buyrukları olduğu gibi tanıyan ve Hazret-i Muhammed’in koyduğu kurallara aşırı yorumlarda bulunmaksızın aynen uyanlara Sünni denir.

Şii mezhebi; Peygamberin ölümünden sonra, Hazret-i Ali’nin halife olarak kabul edilmesini arzu edenlerin ve bu isteklerinin yerine gelmemesi üzerine Ali ve oğullarının haksızlığa uğradığını ileri sürerek Sünni’lerden ayrılanların kurdukları mezhep için kullanılan bir isimdir. (İslam Ansiklopedisi, X. Cilt, Fasikül 116, s. 502) Şiiler, hilâfet’in yalnız Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’in (Hz. Peygamberin yakın akrabalar) hakkı olduğunu kabul ederler. Dolaysıyla Hz. Muhammed’in soyundan olmayan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halifelikleri meşru olmamakla birlikte, onlar bu makamı zorbalıkla ele geçirmişlerdir.(Arif Erdoğan; s.68)

Osmanlı Hanedanları ile İran’da Safavi Hanedanı, Ali ve Muaviye hanedanlarına neslen hiç mensup değillerdi. Ancak her biri bu iki ismin sembolize ettiği ayrı ayrı iki mezhebe mensuptu. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in; Gerek kudret, gerek şöhret yönünden birbirlerinin rakibi olmaları, aralarındaki şahsi düşmanlıklarına İran’ın Şii… Osmanlı’nın Sünni gibi mezhep farklılıklarının da dâhil edilmesi ile Osmanlı ve İran Devletleri arasında uzun ve kanlı muharebeler meydana gelmişti.( Baran Joseph Von Hammer; Osmanlı Devleti Tarihi, Cilt IV, İstanbul 1984, s. 1057)

[15] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; s. 25-27, Tr. wikipedia.org/wiki/Anadolu Eyaleti.

[16] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 253

[17] Mustafa Cezar; s. 694

[18] Dr. Tansel Selahattin; s. 257, M.C. Şehabeddid Tekindağ; Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi, Tarih Dergisi, İstanbul 1968, 51

[19] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; s. 28

[20] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 257-258 ile İslâm Ansiklopedisi; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 10. Cilt, İstanbul 1967, s. 426 ve İsmail Hami Danişmend; Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, Cilt: 2, 1948, s. 7 ile Mustafa Cezar; s. 725, Arif Erdoğan; s. 38, M.C. Şehabeddin Tekindağ; S. 56

[21] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 253

[22] Muammer Yılmaz; Yavuz Sultan Selim, Elit Kültür Yayınları, İstanbul Şubat 2009, s. 68-69

[23] Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi; s. 17

[24] Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi; s.5

[25] Muammer Yılmaz; s. 70-71

[26] Mustafa Cezar; s. 725

[27] Dr. Tansel Selahattin; Yavuz Sultan Selim, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1969, s. 40-41 ile HAMMER; s.1060 ile Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 260 ile Mustafa Cezar; s. 726, Mustafa Semih Arıcı; Yavuz Sultan Selim, Kastaş Yayınevi, İstanbul Eylül 2008, s. 47

[28] Mustafa Cesar; s. 726

[29] Mustafa Cezar; s. 726-727, Mustafa Semih Arıcı; s. 48-49, Arif Erdoğan; s. 39, Kamil Su; Yavuz Sultan Selim, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları No: 11, İstanbul 1949, s. 25, M.C. Şehabeddin Tekindağ; s. 60

[30] Mustafa Cezar; s. 728, Muammer Yılmaz; s. 74-77, Mustafa Semih Arıcı; s. 52, Kamil Su; s. 26-27, M. Çağatay Uluçay; s. 17, M.C. Şehabeddin Tekindağ; s. 62

[31] Şeyhülislâm; Osmanlı Devleti protokolünde yeri veziriazamdan (sadrazam) sonra gelmektedir. Padişah’ın mutlak vekili olan sadrazam Şeyhülislam’ın üstünde yer almıştır. Bu olgu da esas itibariyle Osmanlı yönetiminin “Yarı Dini Sistem” olduğunu göstermektedir. Şeyhülislam’ın atama yetkisi sadrazamda bulunmaktadır. Bazen de padişahlar doğrudan doğruya Şeyhülislamları atamışlardır. Bu bakımdan siyasi otoriterin dini otoritenin üstünde olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durum siyasi otoritenin Şeyhülislam ve dolaysıyla dini bürokrasi karşısında güçlü durumda olmasını sağlamıştır. Ancak, sadrazamların azlinde ve siyaseten katledilmelerinde Şeyhülislamların fetvalarının (şer’i hüküm kararı) etkin rol oynamaları ilişkileri dengelemiştir

Dini bürokrasinin Osmanlı yönetimdeki gücü ve oynadığı rolün büyük olduğu bir gerçektir. Dini otorite; siyasi iktidara bağımlı ise de temel işlevleri bakımından Osmanlı yönetiminde en serbest hareket eden, siyasi olaylarda önemli rol oynayan, dini iktidarı temsil ettiğinden toplumda büyük itibar ve saygınlığı bulunan bir kurum olarak ortaya çıkmaktadır. Temel işlevi olan fetva ile bazı padişahların tahtan alınmasına yardımcı olmuştur. Savaşların ilanında Şeyhülislamların fetvaları gerekli olmuştur. Osmanlı Devletinde 1516’da Mısır’a savaş ilan edilmesi, Zenbilli Ali Cemali Efendi’nin fetvaları ile gerçekleşmiştir. III. Selim, Abdülaziz ve II. Abdülhamit gibi padişahlar da Şeyhülislamların verdikleri fetvalar ile halledilmiştir.(etkisiz hale getirilmiştir.)…

Güçlü padişahlar, fetva konusunda zorluk çekmemişlerdir. Zayıf padişahlar, güçlü Şeyhülislamlardan istedikleri gibi fetva alamamışlarsa da kendi adamlarını bu makama getirerek sorunu çözmüşlerdir. Ebussuud Efendi (Kanuni dönemi) gibi güçlü Şeyhülislamlar ise padişahları etkilemiş ve yönlendirmişlerdir. Edirne’de ipek ticareti yapan 400 tüccarın Yavuz Sultan Selim tarafından idam edileceğini duyan Zenbilli Ali Cemali Efendi’nin, Yavuz’a itirazı ve bu kişilerin idamının helal olmayacağını söylemesi üzerine, Yavuz, Zenbilli Ali Cemali Efendiye hitaben;

“Ben sana saltanat işlerine itiraz etmek görevin değil dedim.” Demiştir. Buna karşılık Zenbilli; “Bu ahiret işidir, buna karşı koymak görevimdir.” Diyerek direnmiş ve 400 idam mahkûmunun affını sağlamıştır. (Arif Erdoğan; Yavuz Sultan Selim’in Faaliyetlerinde Din ve Siyaset Faktörü, Ankara 2007, s. 98-101)

[32] Mustafa Cezar; s. 728-729, Muammer Yılmaz; s. 76

[33] Dr. Tansel Selahattin; Yavuz Sultan Selim, s. 49 ile Ord. Prof. İsmail Hakkı, Uzunçarşılı; s. 264 ve Hoca Sadeddin Efendi; Tâcü’t- Tevârih, Kültür Bakanlığı Yayınları: 301, İstanbul 1979, s. 187-188

[34] Ord. Prof. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI; s. 264-265. İsmail Hami Danişmend; Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, II. Cilt, 1948, s. 10. HAMMER; s. 1066 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; s. 104-105 ve Mustafa Cesar; s. 729- 730, Muammer Yılmaz; 78, Mustafa Semih Arıcı; s. 51, M. Çağatay Uluçay; s. 19, M.C. Şehabeddin Tekindağ; s. 63-64

[35] HAMMER; s.1067, Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 266-268. İsmail Hami Danişmend; s. 11. Dr. Tansel Selahattin; Yavuz Sultan Selim, s. 52-53 ile Mustafa Cesar; s. 730, Muammer Yılmaz; s.79

[36] Mustafa Cezar; s. 731, M.C. Şehabeddin Tekindağ; s. 65

[37] Baron Joseph Von HAMMER; s. 1061 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; s. 77 ile 111 ve İsmail Hami Danişmend; s. 8

[38] M.C. Şehabeddin Tekindağ; Yeni kaynak ve vesikaların ışığı altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi, Tarih Dergisi, İstanbul 1968, s. 66

[39] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; s. 113

[40] Çaldıran Meydan Muharebesinin yapıldığı yer; İran, Maku Çaldıran Ovasındaki anıt. İran sınırları içerisinde Maku şehri yakınında yer alan Çaldıran Ovası. (Tr. wikipedia.org/wiki/) Türk Tarihinin en önemli meydan muharebesinden birisi halen İran’a ait Makû’nün güneyinde, Hoy ile Cors şehirleri arasında bulunan Çaldıranda cereyan etti. Bugün İran sınırları içerisinde kalan Çaldıran, (Türkiye’deki Çaldıran ile karıştırılmamalıdır) Doğu Beyazıt kasabasının 80 km. kadar güney doğusuna isabet etmektedir. ( Mustafa Cezar; s. 730)

[41] HAMMER; s. 1069-1071, Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; s. 268-269, Dr. Tansel Selahattin; Yavuz Sultan Selim, s. 59-60 ile Mustafa Cezar; s. 732-733, Muammer Yılmaz; s. 81, Kamil Su; s. 32, M.C. Şehabeddin Tekindağ; s. 69

[42] İslâm Ansiklopedisi; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 10. Cilt, İstanbul 1967, s. 427 ile 433 ve Hoca Sadeddin Efendi; Tâcü’t – Tevârih, Kültür Bakanlığı Yayınları: 301, İstanbul 1979, s. 212,

[43] Mustafa Cesar; s. 734, Arif Erdoğan; s. 42

[44] M.C. Şehabeddin Tekindağ; s. 70-71

[45] HAMMER; s.1072 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; s. 120-121 ve İsmail Hami Danişmend; s. 15 ile Mustafa Cezar; s. 735-736, Mustafa Semih Arıcı; s. 60-61, M.C. Şehabeddin Tekindağ; s. 72-73

[46] HAMMER; s.1073-1075, İsmail Hami Danişmend; s. 15 ile Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; s. 121-122 ile Mustafa Cesar; s. 736

[47] Muammer Yılmaz; Yavuz Sultan Selim, Elit Kültür Yayınları, İstanbul Şubat 2009, s. 85, Mustafa Semih Arıcı; Yavuz Sultan Selim, Kastaş Yayınevi, İstanbul Eylül 2008, s. 66

[48] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; s. 133- 141

[49] İsmail Hami Danişmend; s. 21

[50] İsmail Hami Danişmend; s. 14

[51] Dr. Tansel Selahattin; Yavuz Sultan Selim, 62-65, İsmail Hami Danişmend; s. 13-14

[52] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; s. 145

[53] Arif Erdoğan; s. 165-166