ATATÜRK, DİN ve LAİKLİK

 .Yazan: İzzettin ÇOPUR
(E) Tnk. Kd. Alb.

ATATÜRK, DİN ve LAİKLİK


 Atatürk’ün din anlayışını yansıtan bir görüntü [1]

 ATATÜRK’ÜN DİN, İSLȂM, KUR’AN, Hz. MUHAMMED, SALTANAT, HALİFELİK, TEKKELER, LAİKLİK ve İRTİCA KONUSUNDAKİ DÜŞÜNCE VE DEMEÇLERİ

 Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur

 “… Biz, bireysel kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bomba sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında uzaklık sekiz metre. Yani ölüm kesin. Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına toptan düşüyor (şehit oluyor). İkinci siperdekiler onların yerine gidiyor. Fakat imrenilecek ölçüde bir ılımlılık. Ve razı oluş, biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir zaaf bile göstermiyor, sarsılma yok! Okuma bilenler, ellerinde Kur’an’ı Kerim, Cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler de Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh gücünü gösteren şaşılacak derecede ve kutlanacak bir örnektir. Emin olunuz ki Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur. (Mustafa Kemal’in, Anafartalar Muharebesine ait Anılarından, 1918) ” [2]

 Mustafa Kemal Paşa’nın Mevlit kandili dolaysıyla çektiği telgraf

 Mustafa Kemal Paşa tarafından, Mevlit kandili dolaysıyla 5 Aralık 1919 tarihinde Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine çekilen telgrafta;

 “Gelişiyle bütün Allah’ın birliğine inananların onur ve övünç duyduğu Mevlid-i Nebevî Hazret-i Risâletpenahînin (Peygamber’e mensup olan) vatan ve memleket için mübarek olmasını dilerim.” [3] Demiştir.

 Bayburt’ta bir yalancı peygamber

 Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta;

 “… Saygıdeğer Efendiler, İstanbul’un dokunduğumuz ve açıklamasını yaptığımız bu can sıkıcı durumu ile uğraşırken, memleketin doğu ucunda da bir yalancı peygamberin yarattığı oldukça önemli ve kanlı bir olay geçiyordu. Bayburt’a dört saat uzaklıkta Hart karyesi (İhtiyar heyeti bulunmayan köy / yeni adı Aydıntepe) vardır. Bu karyede oturan Eşref adında bir şeyh, Şiilik telkininde bulunuyormuş. Bundan üzüntüye kapılan Bayburt müftüsü ve din adamları, şeyhi getirerek sorguya çekmek için kurdukları bir heyeti Hart’a göndermişler ve mahalli hükümet adına şeyhi davet etmişler. Şey bu davete uymamış. Mahalli hükümet 50 kişilik bir birlik göndermiş. Buna büsbütün öfkelenen şeyh, müritleri ile birlikte birliğe saldırmış, silahlarını ve cephanesini almış, er ve subaylarını esir, bazılarını da şehit etmiş. Bunun üzerine, çevredeki bazı birlikler Bayburt’a gönderilmekle birlikte, işin kan dökülmeksizin barış yolu ile çözüme bağlanması tercih edilmiş. Şeyh’e din adamları ve yüksek rütbeli subaylardan kurulu birkaç heyet gönderilmiş. Hükümete boyun eğmesi için öğütler verilmiş. Böylece, boşu boşuna on altı gün kaybedilmiş.

 En son giden Erzurum kadısı başkanlığındaki Heyet’in ricası da Şeyh Eşref üzerinde etkili olmamış. Aksine, şeyh bunlara; ‘…Hepiniz kâfirsiniz! Kimseyi tanımam ve boyun eğmem. Savaşacağım. Allah bana, buyruğumu kullarıma duyurmakla görevlisin’ dedi yolunda bir ültimatom vermekle birlikte, bir yandan da köylere ‘Sahibi Şeriat’ [4] ve ‘Mehdi-i Muntazar’ [5] imzalarıyla bir takım bildiriler göndererek halkı kandırmış ve kendisine katılmalarını sağlayarak başkaldırmış. Bunun üzerine, bizzat Bayburt’a gelip 9’uncu Tümen’in komutasını ele alan Yarbay Halit Bey, 25 Aralık 1919 günü, yeterince kuvvetle Hart’a hareket eder. Şeyh başına topladığı asilerle karşı koymaya karar verdiğinde, topçu ve piyade birliklerinin şeyhle çatışması ve çarpışması gerekir. Bu sırada, şeyhin müritlerinden birtakımları da Hart’a yardım etmek üzere, çevre köylerde toplanır. Nihayet Halit Bey’in doğrudan doğruya Bayburt’tan bana gönderdiği 1 Ocak 1920 tarihli şifresinde bildirdiği gibi, -Hart olayı, yalancı peygamberle oğullarının ve kendisine bağlı adamlarından bazılarının öldürülmesi ve Hart’ ın teslim alınmasıyla sonuçlanmıştır- [6] şeklinde ifade etmektedir.

 İngilizlerin İstanbul’u işgali, bütün İslâm dünyasına yöneliktir

 İstanbul’un İngilizler tarafından işgali üzerine Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti adına Mustafa Kemal Paşa tarafından, Sivas Anadolu Kadınlar Cemiyetine İslâm Dünyasına çekilen 17 Mart 1920 tarihinde telgraf ’ta özetle;

 “…Mukaddes İslâmlığın Halifelik merkezi olan İstanbul, Meclis-i Mebusan ve bütün resmi hükümet kurumlarına da el konularak resmen ve zorla işgal edilmiştir. Bu saldırı; Osmanlı saltanatından çok, Halifelik makamında hürriyet ve istiklâllerin biricik dayanağını gören bütün İslâm dünyasına yöneliktir. Asya’da ve Afrika’da Peygamberin beğeneceği yolda… Bir yüce çabayla hürriyet ve istiklâl mücadelesini sürdüren İslâm topluluğunun moral güçlerini kırmak için son önlem olarak İtilâf Devletleri tarafından başvurulan bu hareket; Halifelik makamını esaret altına alarak, bin üç yüz yıldan beri yaşayan ve sonsuza kadar korunacağına şüphe bulunmayan İslâmiyet’in istiklâlini hedef kabul etmektir.

 Acımasız zincirlemeyle süren haçlı feveranının (öfkesi) bu son alçakça saldırısı; İslâmiyet’in kültür ışığına, bağımsızlığına ve Halifeliğin birleştirdiği kutsal kardeşliğe bağlı olan bütün Müslüman kardeşlerimizin vicdanında kınama, direnme ve ayaklanma duygusunu uyandıracağına eminim. Allah’ın kutsal mücadelemizde hepimize yardım etmesini ve peygamberlik ruhuna dayanan birlik içindeki teşkilâtımıza yardımcı olmanızı niyaz ederiz.” [7] Denilmiştir.

 Allah’ın laneti düşmana yardım edenlerin üzerinde olsun

 28 Nisan 1920’de Mustafa Kemal imzası ile yayınlanan “TBMM’nin Memlekete Bildirisi” şu cümlelerle bitmektedir:

 “…Ta ki, din son yurdunu yitirmesin, ta ki, milletimiz köle olmasın. Allah’ın laneti düşmana yardım edenlerin üzerine olsun. Allah’ın yardımı ve tevfiki, milletimizi ve yurdumuzu kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın.” [8]

 Padişah, düşmanların vatan ve millet aleyhine kullandıkları bir maşadır

Mustafa Kemal Paşa, Hilafet ve Saltanatın kaldırılması konusunda 25 Eylül 1921 tarihinde TBMM’de bir gizli oturumda yaptığı konuşmada özetle;

 “…Türk milletinin ve onun tek temsilcisi yüce Meclis’in, vatanın ve milletin istiklâlini, hayatını kurtarmaya çalışırken, hilâfet ve saltanatla, halife ve sultanla bu kadar çok meşgul olması sakıncalıdır. Şimdilik bunlardan hiç söz etmemek yüksek menfaatlerimiz gereğidir. Eğer maksat, bugünkü Halife ve Padişah’a bağlılık ve sadakatten ayrılmadığını söylemek ve belirtmekse, bu zat haindir. Düşmanların vatan ve millet aleyhine kullandıkları bir maşadır. Buna halife ve padişah deyince, millet onun emirlerine uyarak düşmanın emellerini yerine getirmek mecburiyetinde kalır.

 Hain veyahut makamının kudret ve yetkilerini kullanması yasaklanmış olan zat, zaten padişah ve halife olamaz. O halde ‘onu tahttan indirip yerine derhal diğerini seçeriz’ demek istiyorsanız, buna da bugünün durum ve şartları elverişli değildir. Çünkü tahttan indirilmesi gereken zat, milletin yanında değil, düşmanların elindedir. Onun varlığını yok sayarak bir diğerine itaat etmek tasavvur ediliyorsa, bugünkü halife ve sultan haklarından vazgeçmeyerek İstanbul’daki kabinesiyle, bugün olduğu gibi makamında oturup faaliyetlerini devam ettireceğine göre, millet ve yüce Meclis, asıl gayesini unutup da halifeler davasıyla mı uğraşacaktır? Ali ile Muaviye devrini mi yaşayacağız? Özet olarak, bu konu geniş, nazik ve önemlidir. Çözümü, bugünün işlerinden değildir. Meseleyi kökünden çözmeye girişecek olursak, bugün içinden çıkamayız. Bunun da zamanı gelecektir.” [9] Demiştir.

 Camilerin minberleri, halkın en feyyaz membalarıdır

 Atatürk, 1 Mart 1922 günü üçüncü toplanma yılını açarken yaptığı konuşmada;

 “…Efendiler! Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhani, ahlaki gıdalarına en âli, en feyyaz membalardır. Binaenaleyh camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı tenvir ve irşat (doğru yolu gösterme) edecek kıymetli hutbelerin muhteviyatına halkça ittilâ imkânını temin, Şeriye Vekâleti celilesinin (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı, şimdiki Diyanet İşleri Başkanlığı) mühim bir vazifesidir. Minberlerden halkın anlayabileceği lisanla ruh ve dimağa hitap olunmakla ehli İslam’ın vücudu canlanır, dimağı saflanır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur.[10] Demiştir.

 Ramazan Bayramı dolayısıyla Türk ordusunun muzafferiyeti için TBMM önündeMustafa Kemal Paşa ve arkadaşları ile
Eskişehir Milletvekili  Abdullah Azmi Efendi (Torun) tarafından yapılan dua (28 Mayıs 1922)

Saltanatın kaldırılması

 Mustafa Kemal Paşa, saltanat ’ın kaldırılması ile ilgili olarak 1 Kasım 1922 günü TBMM’de yaptığı konuşmada özetle;

 “… 1 Kasım 1922 günü yapılan Meclis toplantısında, aynı konu (saltanatın kaldırılması) uzun tartışmalara uğradı. Meclis’te de geniş bir konuşma yapmak gereğini duydum. İslâm ve Türk tarihinden örnekler vererek hilâfet ve saltanatın ayrılabileceğini, milli hâkimiyet ve saltanat makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihi olaylara dayanarak açıkladım. Hülâgû’nun [11] Halife Mu’tasım’ı idam ettirerek yeryüzünde hilafete fiilen son verdiğini ve 1517’de Mısır’ı alan Yavuz, ünvanı halife olan bir mülteciye önem vermeseydi, hilafet ünvanının günümüze kadar miras kalmış bulunmayacağını anlattım. Konu ile ilgili önergeler (Mecliste) üç karma komisyona gönderildi. Karma komisyon başkanından söz istedim. Önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu konuşmayı yaptım;

 ‘…Efendim, dedim, hâkimiyet ve saltanat; hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuştur. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Söz konusu olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa, sanırım uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir…

 Bunun üzerine Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi – Affedersiniz efendim, dedi, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk, açıklamalarınızla aydınlandık – dedi. Konu karma komisyonca çözüme bağlanmıştı. Süratle kanun tasarısı hazırlandı. O gün Meclis’in ikinci oturumunda okundu. Sonunda, başkan oya sundu ve – oy birliği ile kabul edildi – İşte efendiler, Osmanlı Saltanatının yıkılış ve göçüş merasiminin son safhası böyle geçmiştir.’ ” [12] Demiştir.

 Atatürk, aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinde tarihi celsede ise, ‘Saltanatın kaldırılması’ esnasında yaptığı konuşmada;

 “… Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür. Allah kullarına Hazret-i Âdem Aleyhisselâmdan itibaren bilinen ve bilinmeyen ve sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtasıyla en son din ve uygarlık gerçeklerini verdikten sonra artık insanoğlu ile aracılarla temas bulunmaya lüzum görmemiştir. İnsanlığın anlayış derecesi, aydınlanma ve olgunlaşması, her kulun, Tanrı’nın kendisine verdiği ilhamla doğrudan doğruya ilişki kurmak yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki Cenâb-ı Peygamber, sonuncu peygamber olmuştur ve kitap (Kuran-ı Kerim) en üstün kitaptır...

 Son peygamber olan Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem,1394 sene evvel Rûmi Nisan içinde Arabi Rabiyülevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha doğru tanyeri ağarırken doğdu. Yüzü nûrâni, sözü ruhani, olgunluk ve görünüşte benzersiz, sözünde sadık ve yumuşak ve cömertlik yönünden başkalarından üstün olan Muhammed Mustafa evvela bu özel ve üstün nitelikleriyle kabilesi içinde Muhammedû-I-Emin (güvenilir Muhammed) oldu…

 Muhammed Mustafa Peygamber olmadan evvel kavminin sevgisini, saygısını, güvenini kazandı. Ondan sonra ancak kırk yaşında ‘nebi’ (Peygamber), kırk üçünde de ‘resul’ (Allah’ın elçisi) oldu.

 Fahr-ı Âlem (Hz. Muhammed) Efendimiz, sayısız tehlikeler içinde, sonsuz sıkıntılar ve güçlükler karşısında yirmi sene çalıştı ve İslâm dininin kuruluşu yolunda peygamberlik görevini yerine getirmeyi başardıktan sonra yüce Tanrı’ya kavuştu.” [13] Şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.

 Dinimize saygılıyız

 Mustafa Kemal, 2 Kasım 1922 tarihinde Bursa’da Petit Parisien muhabirine verdiği demeçte;

 “…Şurası unutulmamalıdır ki, bu idare biçimi (Cumhuriyet) bir Bolşevik sistemi değildir. Çünkü biz ne Bolşevik’iz ne de komünist, ne biri ne öbürü olamayız. Çünkü biz milliyetperver ve dinimize (İslâm dinine) saygılıyız.” [14] Demiştir.

 Padişah Vahdettin ülkeyi terk ediyor

 Son Osmanlı Padişahı Halife Sultan Vahdettin’in,[15] hürriyet ve hayatını tehlikede görerek, bütün müslümanların halifesi sıfatıyla,17 Kasım 1922 tarihinde İngiltere’nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz harp gemisi ile memleketi terk etmesi ile ilgili olarak Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı ve Nutuk’ta ifade edilen konuşmada özetle;

 “…Saltanatı atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir usulün sonucu olarak, büyük bir makam, tantanalı bir unvan kazanabilmiş bir sefilin, gururu çok yüksek asil bir milleti nasıl utanılacak bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır.

 Gerçekten de, her ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyetini ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar âdi bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir! Şükre değer bir durumdur ki, bu alçak, mirasına konduğu Saltanat makamından millet tarafından atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna kadar getirmiş oluyor. Türk milletinin bu işte önce davranması elbette takdire değer.

 Âciz, âdi, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının koruyuculuğuna sığınabilir; ancak, böyle bir yaratığın bütün Müslümanların Halifesi sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette doğru değildir. Böyle bir düşünce tarzının doğru olabilmesi, öncelikle, bütün Müslüman milletlerin esir olmaları şartına bağlıdır. Hâlbuki dünyada gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklâle sembol olmuş bir milletiz!

 Değersiz hayatlarını iki buçuk gün fazla ve sefilce sürükleyebilmek için, her türlü düşkünlüğe katlanmakta bir sakınca görmeyen halifeler oyununu da sahneden kaldırabileceğimizi gösterdik. Böylece, devletlerin, milletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde, şahısların, özellikle bağlı bulundukları devlet ve milletin zararına da olsa şahsi durumlarından ve kendi hayatlarından başka bir şey düşünemeyecek pespayelerin (alçak, soysuz) herhangi bir önemi olamayacağı şeklindeki bilinen bir gerçeği bir defa daha ortaya koymuş olduk.” [16] Demiştir.

 

 ..........Padişah Vahdettin (VI. Mehmet)

Abdülmecit Efendi’nin Büyük Millet Meclisince Halife Seçilmesi

 Abdülmecit Efendi’nin Halife seçilmesi ile ilgili olarak, Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis oturumunda yaptığı konuşmada özetle;

 “…Saygıdeğer Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kaçak Halife’nin (Sultan Vahdettin) halifeliği kaldırıldı. Yerine, sonuncu halife olan Abdülmecit Efendi [17] seçildi. (19 Kasım 1922) Meclis’çe yeni halife seçilmeden önce, seçilecek şahsın da padişahlık sevda ve davasına katılarak, herhangi bir yabancı devlete sığınması ihtimalini ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bunun için İstanbul’da bulunan görevlimiz Refet Paşa’ya, Abdülmecit Efendi ile görüşerek ve hatta elinden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafet ve saltanatla ilgili kararını tamamen kabul ettiğini bildiren bir belge alarak göndermesini yazdım. Bu yazdıklarım yapılmıştır.

 19 Kasım 1922 tarihli açık bir telgrafla da, Abdülmecit Efendi’ye; ‘Türkiye Devleti’nin hâkimiyetini kayıtsız şartsız millete veren Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince, yürütme gücü ve yasama yetkisi kendisinde belirlemiş ve toplanmış bulunan… Milletin tek ve gerçek temsilcilerinden kurulu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Kasım 1922 tarihinde oy birliği ile kabul ettiği gerekçe ve ilkeler çerçevesinde ve Yüce Meclis’in 18 Kasım 1922 tarihli oturumunda halifeliğe seçilmiş olduğunu’ bildirdim.

 Halife seçimi dolaysıyla Meclis’in 18 Kasım 1922 günkü gizli oturumlarında geçen görüşmelerle ilgili kısa bir bilgi vereyim; ‘Bu Meclis, Türk halkının Meclisidir. Bu Meclis’in sıfat ve yetkileri yalnız ve ancak Türk halkının ve Türk vatanının varlığı ve kaderi ile ilgili ve onlar üzerinde etki yapabilir. Meclisimiz, kendi kendine bütün İslâm dünyasını içine alan bir güç ve kudrete sahip olamaz. Efendiler! Türk milleti ve onun temsilcilerinden kurulmuş bulunan Meclis’imiz, kendi varlığını, halife ünvanını taşıyan veya taşıyacak olan bir zatın eline veremez ve vermeyecektir. Efendiler! Bundan dolayı İslâm dünyasında karışıklık varmış veyahut olacakmış. Bunların hepsi anlamsız ve yalan sözlerdir. Kim söylemişse yalan söylemiştir, yalan söylüyor.

 Türk halkının kayıtsız ve şartsız hâkimiyetine sahip olduğunu bir defa daha ve kesinlikle tekrar ediyorum. Hâkimiyet, hiçbir anlamda, hiçbir şekilde, hiçbir renk ve hiçbir kılavuzlukta ortaklık kabul etmez. Ünvanı ister halife ister başka bir şey olsun, hiç kimse bu milletin kaderine ortak çıkamaz. Millet buna kesinlikle müsaade edemez. Bunu teklif edecek hiçbir milletvekili bulunamaz. Bunun içindir ki, kaçmış olan Halife’nin (Padişah Vahdettin) halifeliğine son verip, yenisini seçmek ve bu konu ile ilgili bütün işlemlerde belirttiğim görüşler çerçevesinde hareket etmek zaruridir. Başka türlüsüne kesinlikle imkân yoktur. ” [18] Demiştir.

 

Son Halife Abdülmecid Efendi

Türk halkı, bütün varlığını ve kuvvet kaynaklarını yalnız halifenin emir ve yasaklarına bırakabilir mi?

 Mustafa Kemal Paşa’nın halife ve halifelik ile ilgili Nutuk’taki demecinde;

 “…Halife adındaki hükümdar, yeryüzündeki üç yüz milyon Müslüman arasında,  adaleti sürekli olarak ayakta tutacak, vatandaş haklarını gözetecek, güvenlik ve huzur bozucu olaylara engel olacak, Müslümanlara, başka dinlere bağlı olanlardan gelmesi muhtemel saldırıları önleyecekti. İslam topluluğun güven içinde yaşamasını, gelişip kalkınmasını sağlayıcı çareleri hazırlamakla yükümlü bulunacaktı. Saygıdeğer Efendiler, bu kadar kara cahil, dünya şartlarından ve gerçeklerden bu denli habersiz Şükrü Hoca ve benzerlerinin milletimizi kandırmak için, İslami hükümler diye yayınladıkları safsataların, gerçekte tekrarlanacak bir değeri yoktur.

 Ancak, bunca yüzyıllar boyunca olduğu gibi, bugün de, milletlerin cahilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasi ve şahsi maksatla çıkar sağlamak için, dini alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların, memleket içinde de dışında da var oluşu, ne yazık ki,  daha bizi bu konuda söz söylemekten alıkoyamıyor. İnsanlık dünyasında, din konusundaki uzmanlık ve derin bilgi her türlü hurafelerden arınarak gerçek bilim ve tekniğin ışıklarıyla tertemiz ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde rastlanacaktır.

 Onların dediği gibi, halifenin ve hilafetin otoritesi, bütün dünya Müslümanları üzerinde geçerli olmak gerekince, bütün varlığını ve kuvvet kaynaklarını yalnız halifenin emir ve yasaklarına bırakmakla, Türk halkının omuzlarına bindirilecek yükün ne kadar ağır olacağını insaf edip düşünmek lazım gelmez miydi?

 Onların ileri sürdükleri gerekçe ve hükümlere göre, halife adını taşıyan hükümdar; Çin, Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Asir, Mısır, Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın dört kösesindeki İslâmların ve İslâm memleketlerinin işlerinde yetki sahibi olacaktı. Bu hayalin hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğu bilinmektedir.

 İslam topluluklarının başka başka maksatlarla birbirinden ayrıldıkları, Emevîlerin Endülüs’te, Alevîlerin Kuzey Afrika’da, Fatımilerin Mısır’da, Abbasîlerin Bağdat’ta birer hilafet yani saltanat kurdukları, hatta Endülüs’te her bin kişilik bir topluluğun ‘bir halifesi ile bir minberi’ olduğu, Hoca Şükrü imzalı broşürde de yer almıştır.

 Bu tarihi gerçeği bilmezlikten gelerek, hemen hepsi yabancı devletlerin idaresi altında bulunan veya bağımsız olan Müslüman milletlere ve devletlere Halife adı altında bir hükümdar tayin etmek akıl ve gerçek ile bağdaştırılabilir miydi? Hele, böyle bir hükümdarın mevkiini korumak için, bir avuç Türkiye halkını o hükümdarın emrine vermek, onu yok etmek için uygulanagelen tedbirlerin en etkilisi olmaz mıydı?

 Millete anlattım ki, bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak görevi ile yükümlü imiş gibi hayal edilen bir halifenin, görevini yerine getirebilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfuzu, halifenin emrine tabi tutulamaz. Millet buna razı olamaz! Türk halkı bu kadar büyük bir sorumluluğu bu kadar mantıksız bir görevi üzerine alamaz.

 Milletimiz, yüzyıllarca bu anlamsız ve boş görüşten hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlatlarının sayısını biliyor musunuz? Dedim. Suriye’yi, Irak’ı elden çıkarmamak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu görüyor musunuz? Dedim.

 Halife’ye dünyaya meydan okutmak ve onu bütün İslâm dünyasının işlerinde söz ve yetki sahibi kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı nüfusa sahip olan büyük Müslüman kitlelerinden beklemelidirler! Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık, kendi varlık ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur. Başkalarına verilecek bir zerresi kalmamıştır! Dedim.

 Millete şunu da hatırlattım ki, kendimizi dünyanın hâkimi zannetmek gafleti artık devam etmemelidir. Dünyanın durumunu ve dünyadaki gerçek yerimizi tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz felâketler yetişir! Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.

 Herhangi bir İslâm devletinin, bir kişiye bütün İslâm dünyasının işlerini yönetme ve yürütme yetkisini vermesi akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul etmeyeceği bir durumdur. ” [19] Demiştir.

 Beni vatandaşlık haklarından mahrum etmek istediler

 Mustafa Kemal Paşa, kendisini vatandaşlıktan mahrum etmek isteyenlerle ilgili olarak Nutuk’ta yaptığı açıklamada özetle;

 “…2 Aralık 1922 günü Meclis’in İkinci Başkanı Adnan Bey’in başkanlığında yapılan oturumda, Erzurum Milletvekili Süleyman Necati, Mersin Milletvekili Salahattin ve Canik (Samsun’a bağlı bir ilçe) Milletvekili Emin Beyefendi’ler tarafından teklif edilen kanun tasarısı, doğrudan doğruya, benim şahsımı vatandaşlık haklarından yoksun bırakmak maksadını güdüyor. 14’üncü maddede yazılı olan satırları gözden geçirecek olursanız, orada deniliyordu ki:

 ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için, Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak veya kendi seçim bölgesi içinde yerleşmiş bulunmak şarttır. Ondan sonra göçmen olarak gelenler yerleştirildikleri tarihten itibaren beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.’

 Maalesef, benim doğum yerim (Selânik) bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. İkincisi, herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl oturmuş da değilim. Doğum yerim, bugünkü milli sınırların dışında kalmıştır. Fakat bu böyle ise, bunda benim en küçük bir kasıt ve kabahatim yoktur. Bunun sebebi, bütün memleketimizi, milletimizi batırıp yok etmek isteyen düşmanların işgal ve istilâ hareketlerinin kısmen önlenememiş olmasıdır. Eğer düşmanlar maksatlarında tam bir başarıya ulaşmış olsalardı, Allah korusun, bu tasarıya imza koymuş olan efendiler de doğum yerleri sınır dışında kalabilirdi.

 Bundan başka, bu maddenin gerektirdiği şartlar bende yoksa yani beş yıl sürekli olarak bir seçim bölgesinde oturmamış isem, o da vatana yaptığım hizmetler yüzündendir. Eğer bu maddenin istediği şartı yerine getirmeye çalışsaydım, İstanbul’u kazandırmaktan ibaret olan Arıburnu ve Anafartalar’daki savunmalarımı yapmamak lığım gerekirdi. Eğer ben bir yerde beş yıl oturmaya mahkûm olsaydım, Bitlis ve Muş’u aldıktan sonra, Diyarbakır’a doğru yayılan düşmanın karşısına çıkmamak lığım, Bitlis ve Muş’u kurtarmaktan ibaret olan vatan görevimi yapmamak lığım gerekirdi. Bu efendilerin istediği şartları taşımak isteseydim, Suriye’yi boşaltan orduların döküntülerinden Halep’te bir ordu kurarak, düşmana karşı savunmaya geçmemek ligim ve bugün milli sınırlar dediğimiz sınırları fiili olarak çizmemek ligim gerekirdi.

 Zannediyorum ki, bu hizmetlerimden dolayı milletimin sevgi ve saygısını kazandım. Belki bütün İslâm dünyasının sevgi ve saygısını da kazanmış bulunuyorum. Fakat bu durumdan dolayı, bu sevgi ve saygılara karşılık vatandaşlık haklarından yoksun bırakılacağımı asla hatırıma getirmezdim. Tahmin ediyorum ki, yabancı düşmanlar bana suikast yapmak suretiyle, beni memleket hizmetinden alıkoymaya çalışacaklardır. Fakat hiçbir zaman hatır ve hayalime getirmezdim ki, yüce Meclis’te iki üç kişi bile olsa, aynı zihniyette kimseler bulunabilsin. Bu bakımdan ben anlamak istiyorum ‘Bu efendiler, gerçekten kendi seçim bölgelerinin duygu ve düşüncelerini mi aksettiriyorlar? Bu efendiler, acaba milletin de kendileri gibi düşündüğünü söyleyebilirler mi?’

 Efendiler, beni vatandaşlık haklarından yoksun bırakmak yetkisi bu efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden, resmen yüce heyetinize, bu Efendilerin seçim bölgeleri halkına ve bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum!

 Bu sözlerim ajans ve basın vasıtasıyla yayınlandı. Millet yaptığım konuşmayı ve cevabını beklediğim soruyu öğrendi. Hemen, memleketin bütün seçim bölgelerindeki halk tarafından Meclis Başkanlığı’na protesto telgrafları yağdı. Bu kanun tasarısına imza koyan milletvekili Efendilerin de seçim bölgeleri halkı, kendilerini ve kendileri ile görüş birliğinde olanları suçlamakla gecikmedi. Milletin, benim için gösterdiği bu sevgi ve güveni samimi olarak belirtmesi bakımından kıymetli birer hatıra olarak saklamakta olduğum bu telgraflar büyük bir dosya tutmaktadır.” [20] Demiştir.

 Cahil takımın hoşuna gidecek lâflar

 Mustafa Kemal Paşa, Nurettin Paşa ile ilgili olarak Nutuk’ta;

 “…Nurettin Paşa (genel taarruzda 1’inci Ordu Komutanı), ‘Irak cephesinde iken yerli halk tarafından kendisine verilmiş bulunan, Peygamber Hazretlerinin Kerbelâ’da yatan torunu İmam Hüseyin Hazretleri’nin mübarek kılıcını taşımakla şeref duymaktadır.’

 Efendiler, bu ne laftır!

 Kerbelâ, Peygamber’in torunu, imam, mübarek kılıç, şeref duymak gibi, cahil takımın hoşuna gidecek lâflarla milleti kandırma politikasını benimseyenler, artık insaf etsinler! Millet de dikkat ve uyanıklığını artırsın!

 Efendiler, tek başına hareket ederek başarı elde edemeyeceklerini anlayan bazı kimseler de ikiyüzlü davranışlarla içimize girme yolunu bulabilmişlerdir. Bunların içyüzü İkinci Meclis toplanıp göreve başladıktan sonra görülecektir.” [21] Demiştir.

 Atatürk’ün İslâm dini hakkındaki sözleri

 “…Müslümanlık, aslında en geniş manasıyla müsamahalı ve çağdaş bir dindir.” [22]

 “…Bence kıymetini takdire imkân olmayan bu hediyeyi, en derin ve hürmetkâr din duygularımla muhafaza edeceğim.” [23] (Kendisine, 1923 yılında armağan olarak küçük boyda bir Kuran gönderilmesi üzerine teşekkürü)

 “…Aslında din ve vicdan hürriyeti, İslamiyet’in vazgeçilmez düsturların başında gelir. Meselâ Kur’an-ı Kerim’de, ‘Dinde zorlama yoktur.’” [24] buyurulduktan başka, ‘Ey Muhammet! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?’ buyuruyor ve daha pek çok yerde, ‘Peygambere düşen sadece tebliğ etmektir.’” [25] Hükmü yer alır.

 Atatürk;

 “…Bizim dinimiz milletimize aşağılık, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Aksine Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şereflerini muhafaza etmelerini emreder.” [26] Demiştir.

 Atatürk;

 “…Kutsal ve ilahi inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasilerden ve siyasetin bütün kısımlarından bir an önce ve kesin olarak kurtarmak, milletin dünyevi ve uhrevi (ahirete ait) mutluluğunun emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslâm dininin yüceliği belirir.” [27] Demiştir.

 Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum

 Atatürk, gerçek dine ne kadar taraftar ise hurafelerden ve bid’atlardan oluşan, akla, mantığa ve bilime yer vermeyen din anlayışına da o kadar karşıdır. Bu konu ile ilgili olarak Atatürk 29 Ekim 1923’te Fransız muharriri Maurice Pernot ile yapılan mülakatta şöyle der (sadeleştirilmiş ve özetlenmiş şekliyle ) ;

 “…Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Dinimiz Anlayışa ve ilerlemeye aykırı değil. Hâlbuki Türkiye’ye istiklâlini veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, sun’i, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince, aydınlanacaklardır. Onlar gelişmeye,  ilerlemeye yanaşmazlarsa kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.

 Tarihimizin en mesut devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı hilafeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, alışkanlığını, servetini kullandı. Peygamberimiz, tilmizlerine (mahiyetindeki kişiler) dünya milletlerine İslamiyet’i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükümetinin başına geçmelerini emretmedi. Peygamberin zihninden asla böyle bir fikir geçmemiştir. Hilafet demek, idare, hükümet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek isteyen bir halife, buna nasıl muvaffak olur? İtiraf ederim ki, bu şeriat (koşullar) dâhilinde beni halife tayin etseler, derhal istifamı veririm. [28] Demiştir.

 Millet Dinsiz değildir

 Mustafa Kemal Paşa 16-17 Ocak 1923 tarihlerinde İzmit’te bir basın toplantısı yapmıştır. Bu basın toplantısında gazeteci Kılıçzade Hakkı Bey’in [29] sorduğu sorular bu bakımdan çok manidardır. Bu gazeteci ile Mustafa Kemal Paşa’nın arasında geçen konuşmada;

 Kılıçzade Hakkı Bey: Paşa Hazretleri, yeni hükümetin dini olacak mı?

 Gazi Paşa: Vardır efendim. İslâm Dini’dir. İslam Dini fikir hürriyetine mâni değildir.

 Kılıçzade Hakkı Bey: Yeni hükümet bir din ile tedeyyün edecek mi? (din’ ine bağlı kalacak mı?)

 Gazi Paşa: Edecek mi, etmeyecek mi bilmem. Bugün mevcut olan kanunlarda aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir. Dindardır ve dini de İslâm Dini’dir. Yani Komünistlik gibi dini reddedecek ortada bir sebep yoktur.[30]

 Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir

 Atatürk’ün, 22 Ocak 1923 günü Bursa’da Şark Sinemasında halkla yaptığı konuşma;

 “…Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktik. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz. (1923)” [31] Demiştir.

 Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir

 Mustafa Kemal, 31 Ocak 1923 günü İzmir’de eski Gümrük binasında halk ile yaptığı konuşmada;

 “Allah’ın emrettiği şey, müslim (Müslüman erkek) ve müslimenin (Müslüman kadın/kız) beraber olarak bilim ve irfan kazanmasıdır. Kadın ve erkek, bu bilim ve irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmak zorundadır. Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun düşmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.

 Müslümanların toplumsal hayatında hiç kimsenin özel bir sınıf olarak varlığını korumaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini hükümlere uygun hareket etmiş olmazlar. Bizde ruhbanlık [32] yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her kişi dinini, din işlerini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur. Milletimizin, memleketimizin öğretim kurumları bir olmalıdır. Bütün memleket evlâdı kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır.

 Fakat nasıl ki her hususta âli meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lâzım ise, dinimizin hakikati felsefiyyesini tetkik, tetebbu (araştıran) ve telkin kudreti ilmiye ve fenniyesine tesahüp (sahip çıkan / benimseyen) edecek güzide ve hakiki ulemayı (gerçek din âlimi) yetiştirecek yüksek kurumlara sahip olmalıyız. ” [33] Demiştir.

 İnsanın dinsiz olmasının imkânı yoktur

 Mustafa Kemal Atatürk, 2 Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye’nin geleceği konusunda halk ile yaptığı konuşmada;

 “…Bugün biliyoruz ki Arap’ta dinsizliği kendine meslek yapanlar var. Bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsanın dinsiz olmasının imkânı yoktur. Dinsiz kimse olmaz. Bu genelleme içinde şu din veya bu din demek değildir. Tabiatıyla biz, içine girdiğimiz dinin en çok isabetli ve çok olgun olduğunu biliyoruz ve imanımızda vardır. Fakat bu inanışı nurlandırmak lâzım,  temizlendirmek, güzelleştirmek lazım ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa inanışımızda çok zayıf insanlardan sayılı olur. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olur.” [34] Demiştir.

 İslâm âlemi, Allah’ın emrini yapmış olsaydı böyle bir sonla karşılaşmazdı

 Atatürk’ün 5 Şubat 1923 tarihinde Akhisar’da yaptığı konuşmada;

 “…İslâm toplumunun düştüğü zulüm ve yoksulluğun elbette birçok nedenleri vardır İslâm âlemi, dini hakikatler çerçevesinde Allah’ın emrini yapmış olsaydı böyle bir sonla karşılaşmazdı. Allah’ın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan çok çalışmak zorundayız. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek demek değildir. Zamanın gereklerine göre, bilim, fen ve uygarlığın yarattığı her şeyden sonuna kadar yararlanmak zorunludur. Bizim dinimiz milletimize değersiz, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Aksine Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şereflerini muhafaza etmelerini emreder. Hepimiz itiraf etmek zorundayız ki, bu konudaki hatalarımız çok büyüktür.” [35] Demiştir.

 Allah birdir. Şanı büyüktür

 Atatürk’ün Balıkesir’de Zağnos Paşa Camiinde 7 Şubat 1923’de halkla yaptığı minberden yaptığı konuşmada ve minberden indikten sonra sorulan sorulara verdiği cevapta özetle;

 “…Ey millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, sevgisi ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini hakikatleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur ki, Yüce Kur’an’daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara doğruluğun özünü vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen uyar…

 Arkadaşlar, Cenab-ı Peygamber çalışmalarında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah’ın evi (cami) idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in kutlu yolunu izleyerek bu dakikada milletimize, milletimizin bugününe ve geleceğine dönük hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde (cami) Allah’ın katında bulunuyoruz. Beni buna kavuşturan Balıkesir’in inançlı ve kahraman insanlarıdır…

 Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, tâat (Allah’ın emirlerini yerine getirme) ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılması gerektiğini düşünmek yani meşveret / karşılıklı görüşüp danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihni başlı başına işler durumda olmak zorundadır. İşte biz de burada din ve dünya için istikbal /  gelecek ve istiklâlimiz / bağımsızlığımız için, bilhassa hâkimiyetimiz/ egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü ortaya koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum. Millet işleri, milletin temel düşüncesi yalnız bir kişinin düşüncesinden oluşmuş değil, bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin sonucundan, özünden ibarettir. Buna dayanarak benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ediyorum.

 Efendiler hutbe demek, halka hitap etmek yani söz söylemek demektir. Hutbenin anlamı budur. Halkı güncel konulardan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın düşünce mekanizması çalışır durumda bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun ve bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizlediler. Hutbelerin halkın anlamayacağı bir dilde olması ve onlarında da bugünkü ihtiyaçlarımıza değinmemesi halife ve padişah adını taşıyan despotların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi.

 Hutbelerden amaç; halkın aydınlatılması ve doğruyu bulmasıdır. Yüz, iki yüz hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak insanları bilgisizlik ve uyuşukluk içinde bırakmak demektir. Hatiplerin her halde halkın kullandığı dille anlatması gerekmektedir. Hutbeler tamamen Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır.” [36] Demiştir.

 Elhamdülillah hepimiz Müslümanız

 16 Mart 1923 günü Adana esnafı ile yaptığı konuşmada Atatürk;

 “…Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler asri (modern) olmayı kâfir olarak sanıyor. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlık tefsiri yapanların maksadı, İslamların kâfirlere esir olması istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır (kafa yapısıyladır)…” [37]

 “…Muhterem sanatkârlar, aziz arkadaşlar, bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melânetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Hâlbuki elhamdülillâh hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız, artık bizim dinin gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidirler. Buna rağmen hafta tatili dine aykırı gibi, hayırlı ve akla, dine uygun meseleler hakkında, sizi iğfal etmeye ve yanlış istikametlere yönlendirmeye çalışan kötülere iltifat etmeyin...

 Milletimizin içinde hakiki ve ciddi ulema (İlim sahipleri, âlimler) vardır. Milletimiz bu gibi ilim sahipleri ile övünmelidir. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardırlar. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslâm’ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı en mükemmel olmazdı, en son din olmazdı.” [38] Şeklinde ifade etmiştir.

 Gerçek İslâmiyet’ten uzaklaştıkları için düşmanlarının esiri oldular

 Mustafa Kemal Paşa, 20 Mart 1923 tarihinde Konya’da gençleriyle yaptığı konuşmada;

 “…Bizim yüce dinimiz her erkek ve kadın Müslümana araştırmayı farz kılıyor ve her erkek ve kadın Müslüman, bu dine bağlananları aydınlatmakla yükümlüdür. Milletimiz içinde, sanki Avrupa’da öğrenim görmüş gibi çağdaş eğitim almış, hakiki din bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara karşılık bilimsel kisve altında gerçekleri bilimden uzak, gereği kadar eğitim görmemiş, bilim yolunda gereği kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller ile imansız ve hain bilginler de vardır. Bunların ikisini birbirleriyle karıştırmamalıyız.

 İslâm toplumuna dâhil olan bir takım kavimler, İslâm oldukları halde çökmeye, yokluk ve gerilemeye maruz kaldılar. Geçmişlerinin yanlış ve bâtıl alışkanlık ve inançlarıyla İslâmiyet’i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslâmiyet’ten uzaklaştıkları için kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.

 Vaktaki Muaviye ile Hz. Ali karşı karşıya geldiler. Sıffin vakasında Muaviye’nin askerleri Kur’an’ı Kerim’i mızraklarına diktiler ve Hz. Ali’nin ordusunda bu suretle tereddüt ve zaaf husule getirdiler. İşte o zaman dine bozgunculuk, İslamlar arasında da soğukluk girdi. Ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığa kabule vasıtası yapıldı.” [39] Demiştir.

 Gerçek bilginler, dini bütün âlimler, hiçbir zaman zorba hükümdarlara boyun eğmediler

 Mustafa Kemal’in, 26 Mart 1923 tarihinde Hâkimiyeti Milliye Gazetesindeki söyleminde özetle;

 “…En zorba hükümdarlardan olan Muaviye’nin nasıl bir hiyle neticesinde halifelik sıfatını takındığını biliyorsunuz. Ondan sonra bütün baskıcı hükümdarlar hep dini alet edindiler. İhtiras ve zorbalıklarını desteklemek için hep bilginlere başvurdular. Gerçek bilginler, dini bütün âlimler hiçbir zaman bu zorba hükümdarlara boyun eğmediler. Onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulemâ kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfine dini alet yapmadılar.

 Fakat gerçekte âlim / bilgin olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için âlim sanılan, menfaatine düşkün haris / açgözlü ve imansız bir takım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, ‘muvafık-ı dindir’ (dine uygundur) diye fetvalar verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife namı veren müstebit (zulüm veren) hükümdarlar, bu gibi hoca kıyafetli cerrarlara (sahtekâr) iltifat ve onlara himaye ettiler. Gerçek ve imanlı din bilginleri her vakit ve her devirde onlara kin besledikleri oldu.

 Üç buçuk dört sene evveline kadar, berhayat (hayatta) olan Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı hilelerden istifade etmişlerdi. Son Osmanlı Hükümdarı Vahdettin’in hareketi gözümüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler isyancı kabul edildi. Onun emriyle, millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun, başkaldıranlar sürüsü olduğuna dair fetvalar veren din bilgini kıyafetli kimseler çıktı. Onlar bu fetvaları Yunan uçaklarıyla ordumuzun içine atıyorlardı.

 Din bilginleri arasında böylesi hainleri himaye eden, kötü hareketlerini şeriata uygulayan… Din kisvesi ve şeriat sözleriyle milleti saptıran ve kandıran âlimlerin – onlar için bu tabiri kullanmak istemen – böyle kötülüğe / çirkin işlere alet olan insanların yüzündendir ki, dört halifeden sonra din, daima siyaset aracı, günlük çıkar aracı, baskı ve zorbalık aracı yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi. Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi.

 Ancak şurayı açık düşüncenize arz ederim ki, böyle adi ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini alet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız bilginler, tarihte daima rezil olmuşlar, hüsrana uğramışlar ve daima cezalarını görmüşlerdir. Abbasi halifelerinin sonuncusu biliyorsunuz ki, bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca namlı hainlerin sonu hep böyle olmuştur. Böyle yapan halife ve din bilginlerinin arzularına ulaşamadıkları tarih bize sonsuz örneklerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar ve ne öyle bilginler görmeye tahammülü ve imkânı yoktur.” [40] Demiştir. Bu durum ne yazık ki günümüzde de devam etmektedir.

 Bugünkü İslâm dini başka, Peygamberin zamanındaki İslâm dini başka

 Atatürk, dinin değil, cehalet, bidatler, hurafeler ve din istismarcılarının karşısındaydı. Bu da bazı çevrelerce din düşmanı şeklinde algılanmış veya gösterilmiştir. Oysaki Atatürk, Hz. Peygamber zamanındaki gerçek İslamiyet’in yanındaydı. Bu durumu TBMM’de 3 Mart 1924 tarihindeki oturumunda yaptığı bir konuşmasında şöyle ifade ediyordu;

 “…Tereddütsüz diyebilirim ki, bugünkü İslâm dini başka, Peygamberin zamanındaki İslâm dini başkadır. Gerçek İslamiyet, yaratılıştan gelen mantıklı bir dindir. Hayalleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmez, özellikle nefret eder.” [41]

 Halife’nin ve halifelik makamının ne dini ve ne de siyasi bakımından hiçbir anlamı ve var olma gerekçesi yoktur

 Hilafet makamının durumu, Hilâfet Hazinesi’nin gücünü aşan ve yükümlülüğü dışında kalan giderler için Maliye hazinesince yardımda bulunacağı yolunda Hükümet’in yazdığı 15 Nisan 1923 tarihli yazı ile ilgili olarak, Başbakan İsmet Paşa’nın, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği 22 Ocak 1924 tarihli telgrafına karşılık Mustafa Kemal Paşa cevabi telgrafında ise özetle;

 “…Hilafet makamı ve Halife’nin şahısları ile ilgili yanlış anlamlar ve yanlış yorumlar, Halifenin kendi yanlış tutum ve davranışlarından kaynaklanmaktadır. Halife, kendi özel hayatı ve dış yaşayışı ile ecdadı padişahların yolunu tutmuş görünmektedir. Cuma alayları, yabancı devlet temsilcileri yanına memurlar göndererek ilişkiler kurmak, gösterişli gezintiler, saray hayatı, sarayında yedek subaylara varıncaya kadar kabul etmek, onların şikâyetlerini dinleyerek onlarla birlikte ağlamak gibi davranışlar bu cinstendir.

 Halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki, bugün var olan ve korunmakta bulunan Halife’nin ve halifelik makamının gerçekte ne dini ve ne de siyasi bakımından hiçbir anlamı ve var olma gerekçesi yoktur. Türkiye Cumhuriyeti safsatalarla varlığını ve istiklâlini tehlikeye atamaz.  Bizce, hilafet makamı olsa olsa tarihi bir hatıra olmaktan öteye bir önem taşıyamaz. Türkiye Cumhuriyeti devlet adamlarının veya resmi heyetlerin kendisi ile görüşmelerini istemesi bile, Cumhuriyet’in bağımsızlığına açık bir tecavüzdür.

 Halife’nin yaşayışı ve geçimi için Türkiye Cumhurbaşkanı’nın ödeneğinden mutlaka daha aşağı bir ödeneğin yetmesi gerekir. Maksat, gösterişli ve debdeli (haşmetli) bir hayat sürmek değil, insanca yaşamak ve geçimini sağlamaktan ibarettir. ‘Hilafet Hazinesi’ ile ne denmek istendiğini anlayamadım. Hilafetin hazinesi yoktur ve olamaz. Halifenin aldığı ödenekle yerine getirilemeyen yükümlülükler nelermiş, 15 Nisan 1923 tarihli yazısıyla, (Halifenin giderleri için Hükümet’in Maliye hazinesince yardımda bulunacağı) Hükümet ne gibi vaatlerde bulunarak Halife’ye bildirilmiştir? Lütfen bunu da belirtiniz.

 İstanbul’da, milletin boğazından kesilmiş paralarla yapılmış birçok saraylar ve bu sarayların içindeki birçok kıymetli eşya ve malzeme, Hükümet’in durumu tespit etmemesi yüzünden yok olup gidiyor. Halife’nin yakınları, sarayların en değerli eşyalarını Beyoğlu’nda, şurada burada satıyorlar diye söylentiler vardır. Hükümet bunlara, bir an önce el koymalıdır. Satılmak gerekiyorsa Hükümet eliyle satılmalıdır. Hilafet kadrosu ciddi olarak incelenerek yeni baştan düzenlenmelidir ki, başmabeyincilerin (padişahların dışarı ile olan ilişkilerini düzenleyen görevli) ve başkâtiplerin varlığı, Halife’yi hâlâ saltanat hülyası içinde uyutmasın!  Fransızlar, kral hanedanını ve yakınlarını Fransa’ya sokmakta, bağımsızlıkları ve hâkimiyetleri için yüz yıl sonra, bugün bile sakıncalı görüp dururken, her gün ufukta kendileri için bir saltanat güneşinin doğmasına duacı bir hanedan mensuplarıyla ilgili tutumumuzda Türkiye Cumhuriyeti’ni nezaket ve safsataya kurban edemeyiz. Halife, kendinin ve makamının ne olduğunu açık olarak bilmeli ve bununla yetinmelidir.” [42] Demiştir.

 Halifeliğin kaldırılması ve İnkılâpların başlatılması ile ilgili Atatürk’ün söylemleri

 Mustafa Kemal Paşa,1 Mart 1924 günü, Büyük Millet Meclisi’nin beşinci çalışma yılı dolaysıyla verdiği Nutuk’ta aşağıda yazılı üç konuda;

 1. Millet, Cumhuriyet’in bugün ve gelecekte bütün saldırılardan kesin ve ebedi olarak korunmasının istemektedir. Milletin isteği, Cumhuriyet’in denenmiş ve olumlu sonuçları görülmüş olan bütün esaslara bir an önce ve tam olarak dayandırılması şeklinde ifade edilebilir.

 2. Millet kamuoyunda tespit edilen eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin bir an önce uygulanmasını gerekli görüyoruz.

 3. Müslümanlığın, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere bir siyaset vasıtası olarak kullanılmaktan kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğu gerçeğini de görmüş bulunuyoruz.[43] Demiştir.

 Sonuç olarak, 3 Mart 1924 tarihinde TBMM’de yapılan oylama sonucunda Halifeliği (Hilafet) kaldıran ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti Topraklarından Dışarıya Çıkarılmasına dair yasa (Kanun No: 431) oybirliği ile kabul edilmiştir. Özellikle Halifeliğin kaldırılması, laiklik yolunda önemli bir adım olmuştur. Bu yasayı Tevhid-i Tedrisatı (Öğretim Birliği Yasası) sağlayan kanunun çıkışı [44] ile Şer’ iye ve Evkaf Vekâleti’ nin (İslâm dininin şeriat kurallarına göre yürütülmesi için oluşturulan bir bakanlık)   kaldırışı takip etmiştir. Böylelikle Atatürk, Cumhuriyet Türkiye’sinde yapmayı planladığı yenilikler (inkılâplar) için gerekli zemini hazırlamış oluyordu.

 Halife, görevinden uzaklaştırıldı ve hilâfet makamı kaldırıldı. Uzaklaştırılan Halife ve tarihten izi silinmiş Osmanlı hanedanının bütün mensuplarına Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde oturma hakkı süresiz olarak yasaklandı.

 Mustafa Kemal Paşa’ya göre, modern bir Türkiye yaratabilmenin tek çaresi, Cumhuriyet hükümetinin, çoğu dini tesirlerin altında olan Osmanlı müesseselerinden kurtulması idi. Bunu yapmadan inkılâp hareketlerinin verimli olamayacağını düşünüyordu. İnkılâplar yapılırken siyaset adamlarının halkın dini hislerini istismar etmemelerini istiyordu. Bu hususta ki endişelerini özetle şöyle ifade ediyordu:

 “… İnanıp bağlanmakla gönül huzuru içinde mutlu olduğumuz İslâm dinini, yüzyıllardan beri alışılageldiği gibi bir siyaset aracı haline düşmekten kurtarıp, yüceltmenin pek gerekli olduğu gerçeğini görüyor ve biliyoruz. Kutsal ve ilâhî olan inançlarımızı ve vicdanlarımızı, karışık ve çirkin işlere,  her türlü çıkarlara ve hırslara bulaştıran siyasetten ve bütün siyasi organlardan bir an önce ve kesinlikle kurtarmak, milletin, dünyevi ve uhrevi saadetin emrettiği zorunluluktur. İslâm dininin yüceliği ve yüksekliği ancak bu şekilde tecelli eder. [45]

 Atatürk, hilafet ile birlikte, bu mevzularla ilgili olarak hükümetin bünyesinde yer almış olan Şer’iyle ve Evkaf Vekâletini de kaldırdı. Bu vekâlet yerine, şer’i işleri yürütmek üzere, Başbakanlığa bağlı bir “Diyanet İşleri Başkanlığı” ve evkaf işlerini yürütmek için de “Vakıflar Umum Müdürlüğü kurdu. Fakat Anayasada yer almış olan “Türk Devletinin dini, din-i İslâm’dır” ibaresine dokundurtmadı. Bu değişikliklerden de anlaşılacağı gibi, Atatürk, köklü inkılâplara gitmeden önce dini müesseseleri devletin kontrolüne almak istiyordu.

 Bütün bunlara rağmen, Atatürk, inkılâplarına hâlâ menfi tavır takınmaya devam eden bazı dini çevrelerin varlığını müşâhade edince oldukça üzülmüştür. Nihayet Atatürk şöyle konuşmaktadır;

 “…Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün mânâ ve biçimiyle medeni bir toplum haline getirmektir. İnkılâplarımızın temel prensibi budur. Bu hakikati kabul etmeyen zihniyetleri değiştirmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler tamamen çıkarılmış olacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını yerleştirmek imkânsızdır…

 Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta mutlu kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin bütün içeriğiyle medeniyetin parlak izlerine filan veya falan şeyhin uyarmasıyla maddi ve manevi saadeti arayacak kadar iptidai insanların Türkiye’deki medeni toplumun içinde var olduğunu asla kabul etmiyorum

 Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir. Tarikat liderleri bu dediğim hakikati bütün açıklığıyla idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak, müritlerin doğru yolu bulduklarını elbette kabul edeceklerdir.” [46]

 Halifelikte ısrar edenler, dini alet ve vasıta olarak kullanmak isteyenlerdir

 Atatürk, Nutuk’unda “Halife Sancağı”nı, “Halife-i Rûy-i Zemîn”i (Yeryüzünün halifesi. Yavuz Sultan Selim’den sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır) savunan İslâm ülkelerinden birçoğuna ve Millet Meclisi’ndeki bazı milletvekillerine hitaben, daha Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşında artık işe yaramaz olduğu fiilen görülen ve esasen dinin aslına dâhil olmayan ve “reel politika” açısından da sadece “sembolik” bir unvan haline gelmiş olan “Halife” ve “Hilâfet” konularındaki gerçekleri özetle şöyle hatırlatıyordu;

 “…‘Milli Hâkimiyet’ anlayışının cârî (yürürlükte) olduğu bir devrede, fonksiyonunun tamamlamış bir siyasi ve idari müessese üzerindeki ısrar, faydasız ve lüzumsuz bir gayret olacaktı. Çünkü hâkimiyet, hiçbir anlamda, hiçbir şekilde, hiçbir renk ve hiçbir kılavuzlukta ortaklık kabul etmez. Meclis’in milletin ortadan kaldırdığı şahıs saltanatını, hilafet makamında devam ettirmek ve Padişahın yerine halifeyi geçirmek isteyenler (Afyon Milletvekili Şükrü Hoca ve arkadaşları), bunca yüzyıllar boyunca olduğu gibi, bugün de siyasi ve şahsi maksatla dini alet ve vasıta olarak kullanıyorlar.

 Bugüne kadar her gittiği yerde milyonlarca insan bırakan, Yemen çöllerinde, Suriye, Irak ve Mısır’ın muhafazasında on binlerce Anadolu evlâdını şehit veren genç millet için, kendini cihanın hâkimi zannetmek gafleti, artık devam etmemeliydi.” [47]

 Mustafa Kemal Atatürk, bu konuda yaptığı konuşmada ayrıca;

 “…Efendiler, açık ve kesin olarak söylemeliyim ki, Müslümanları hâlâ bir halife korkuluğu ile uğraştırıp aldatmak gayretinde bulunanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılıp hayal kurmak da ancak ve ancak cahillik ve gaflet eseri olabilir.” [48] Demiştir.

 Müftü Kamil Efendi Hazretlerini takdirle yâd ediyorum

 Atatürk, 24 Eylül 1924 tarihinde Amasya’da, şerefine verilen bir yemek sonunda yaptığı konuşmada özetle;

 “…Efendiler bundan beş sene evvel buraya geldiğim zaman bu şehir halkı da, bütün millet gibi,  hakiki vaziyeti anlamamışlardı. Fikirlerde karışıklık vardı. Dimağlar adeta durgun bir haldeydi. Ben burada birçok zevatla beraber, Müftü Kamil Efendi Hazretleriyle de görüştüm. Bir cami-i şerifte hakikati halka izah ettiler. Efendi Hazretleri halka dediler ki:

 ‘Milletin şerefi, haysiyeti, hürriyeti, istiklâli hakikaten tehlikeye düşmüştür. Bu felaketten kurtulmak, icap ederse vatanın son ferdine kadar ölmeyi göze almak lazımdır. Padişah olsun, halife olsun, isim ve ünvanı ne olursa olsun, hiçbir şahıs ve makamın mevcudiyetinin hikmeti kalmamıştır. Tek kurtuluş çaresi, halkın doğrudan doğruya hâkimiyeti ele alması ve iradesini kullanmasıdır.’

 İşte Efendi Hazretlerinin bu yol gösteren vaz ve nasihatinden sonra herkes çalışmaya başladı. Bu münasebetle Müftü Kamil Efendi Hazretlerini takdirle yâd ediyorum. Ve genç Cumhuriyetimizin, bu gibi ulema ile iftihar eder.” [49] Demiştir. Atatürk’ün övgüyle bahsettiği müftüler ve din adamları ülkenin kurtulması için milli mücadelede de kendilerine düşen görevleri yerine getirmişlerdir.

 Tekkeler hakkında

 Mustafa Kemal, tekkelerle ilgili olarak;

 “…Tekkeler [50] mutlaka kapatılmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her şubede doğru yolu gösterecek kudrete sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz medeniyetten, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların gayesi, halkı kendinden geçmiş ve abdal yapmaktır. Hâlbuki halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş görünür: fakat ehemmiyeti vardır. Biz dünya ailesi içinde medeniyiz. Her görüş noktasından medeniyetin gereklerini tatbik edeceğiz.” [51] Demiştir.

Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz

Atatürk’ün Kastamonu’da 30 Ağustos 1925’te yaptığı ikinci bir konuşma;

 “…Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikatı medeniyettir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir. Hükümeti Cumhuriyetimizin bir Diyanet İşleri Riyaseti makamı vardır. (3 Mart 1924’te çıkarılan 429 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.) Bu makama bağlı müftü, hatip, imam gibi görevli birçok memurlar bulunmaktadır. Bu görevli kişilerin ilim ve vazifelerinin derecesi bilinmektedir. Ancak burada vazifeli olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti giymekte devam etmektedirler. Bu gibiler içinde çok cahil hatta ümmi (okuma yazma bilmeyen) olanlarına tesadüf ettim...

 Bilhassa bu gibi cühela (cahil/bilgisiz), bazı yerlerde halkın temsilcileri gibi onların önüne düşüyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu vaziyet ve salahiyeti kimden, nereden almışlardır? Millete hatırlatmak isterim ki, bu laubaliliğe müsaade etmek asla doğru değildir. Herhalde yetki sahibi olmayan bu gibi kişilerin, görevli olan kimselerle aynı elbiseyi taşımalarında ki sakınca bakımından hükümetin dikkatini çekeceğim. Malum olduğuna göre milletin temsilcileri, seçtikleri mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi ve meclisin itimadına mazhar hükümeti Cumhuriyettir.” [52] Demiştir.

 Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi

 Atatürk, Kur’an-ı Kerim’in doğru ve düzgün bir şekilde Türkçeye çevrilmesi konusundaki düşüncesini ilk defa 14 Ağustos 1923 tarihinde Ankara Türk Ocağı’ndaki toplantıda gündeme getirmiştir.

 Onun bu isteği üzerine, 26 Ekim 1925 tarihinde Diyanet İşleri Reisliğinin temsilcisi Ahmet Hamdi Akseki ile Mehmet Akif (Ersoy) ve Elmalılı Muhammed Hamdi (Yazır) arasında tercüme ve tefsirin yazılış biçimini, îtikadî ve ameli bakımından uyulacak mezhebi esasları, telif haklarını, ödenecek ücreti belirleyen bir sözleşme imzalanmıştır. Ancak Mehmet Akif daha sonra tercüme işinden çekilince, iş bütünüyle Elmalılı M. Hamdi tarafından yerine getirilmiştir.

 Kur’an’ın Türkçe ’ye çevrilmesi yeni bir şey değildir. Yeni olan ayetlerin Türkçeleri ’nin camilerde okunmasıdır. Çünkü Türkler İslamiyet’i kabul edişlerinden kısa bir süre sonra 11. Yüzyılda Kur’an’ı Türkçe ’ye tercüme etmişlerdir. Halen eski Çağatay lehçesindeki Kur’an’ı Kerim tercümesinin bir nüshası Manchester’deki (İngiltere) Reyans kitaplığında bulunmaktadır. Kur’an’ın sadece Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan sekiz ayrı çevirisi vardır. Ne var ki Kur’an’ı Kerim, Anadolu Türkçesi’ne Atatürk döneminde kavuşmuştur.

 1932 yılı Ramazan ayı süresince ayetlerin Türkçelerinin camilerde okutulması uygulamasıyla, Arapça bilmeyenlere bir Hoca’nın aracılığına ihtiyaç duymadan İslam dinini öz kaynağından öğrenme imkânı sağlamıştır. Bu gün bu uygulamanın devamı sayılabilecek bir uygulama camilerimizde devam etmektedir. [53]

 Din ve mezhebe dayalı bağ yerine Türk Milliyeti bağı

 Atatürk, 5 Kasım 1925 tarihinde Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılışında yaptığı konuşmada, artık laikliğin bir madde olarak Anayasaya gireceğini, dolaysıyla din-devlet ilişkilerinin yeni bir boyuta taşınacağını işaret ederek;

 “…Milletin varlığını sürdürebilmesi için bireylerin arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri gelen şekil ve niteliğini değiştirmiş, yani millet, dine ve mezhebe dayalı bağ yerine Türk Milliyeti bağıyla bireylerini toplamıştır.

 Millet, uluslararası genel mücadele alanında hayat ve kuvvet sebebi olacak ilim ve vasıtanın ancak çağdaş uygarlıkta bulunabileceğini değişmez bir gerçek olarak kabul etmiştir.

 Sonuç olarak efendiler, millet, saydığım değişikliklerin ve inkılâpların doğal ve zorunlu bir gerekliliği olarak genel idarenin ve bütün kanunların ancak dünyevî ihtiyaçlara dayanması ve ihtiyaçların değişmesi ve gelişmesine göre sürekli olarak değişim ve gelişim göstermesini esas alan dünyevî bir yönetimi olmazsa olmaz saymıştır.” [54]

 Yapılan işin dinsizlikle hiçbir münasebeti yoktur

 1925 yılında zamanın Başbakanı İsmet İnönü, lâiklik ve Tevhid-i tedrisatı (Öğretim Birliği Yasası)  dinsizlik telâkki edip tenkit edenlere cevaben şöyle demiştir;

 “…Yaptığımız işi dine aykırı görmek, yapılan işi görmemektir. Biz şu kanaatteyiz ki, yapılan işin dinsizlikle hiçbir münasebeti yoktur. Bu sistemde başarılı olalım, on yıl azimle ve başarı ile tuttuğumuz bu yolda yürüyelim, on sene sonra, bütün dünya ve şimdi bize karşı olanlar yahut tutuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki, Müslümanlığın asıl en temiz, en saf, en hakiki bir şekilde bizde tecelli etmiştir.” [55]

 Atatürk’ün Hz. Muhammed hakkındaki düşüncesi

 Atatürk;

 “… O (Hz. Peygamber), Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O, ölümsüzdür.” (1926) [56]

 “… Fahri âlem Efendimiz sonsuz tehlikeler içinde bitmez sıkıntı ve zorluklar karşısında yirmi yıl çalıştı ve İslâm dinini yerleştirmek için peygamberlik görevini yapmayı başardıktan sonra cennetin en yüksek tabakasına ulaştı. Kendisinin irşadına (doğru yol) ulaşmış Müslümanlar ve özellikle seçkin sahabe (Hz. Peygamber’i görmüş, sohbetlerinde bulunmuş olan mü’min kimse) pek çok gözyaşı döktüler. Fakat insanlık gereği olan bu üzüntülü durumun faydasız olduğunu hemen anlayan anlayışlı kişiler, Peygamberin arkasından ağlamak değil, ümmetin işlerini bir an önce güzel yürütmeye ulaştıracak tedbiri almak inancıyla toplandılar. Resul-i Ekrem’e halife olacak bir emir seçilmesi söz konusu edildi. Hz. Peygamber, dostu olan Hz. Ebubekir’den şahsen çok hoşlanırdı. Son nefesini yaşarken Ebubekir’in kendisine halef olmasının uygun olacağını değişik şekillerde buyurmuşlardı.” [57] Demiştir.

 Kutsal ve ilahi olan inancımızı siyasetten kurtarmalıyız

 Türk Müslümanlığının Kur’an’ı Kerim’in mantığına en yakın zihniyeti temsil ettiğini inanan Mustafa Kemal Atatürk, Müslümanlığımızın, Arap ve Acem Müslümanlığının karanlığında kaybolup gitmesine müsaade etmemiş ve demiştir ki;

 “…Kutsal ve ilahi olan inançlarımızı ve vicdanlarımızı çapraşık ve kaypak olan ve her türlü çıkar ve ihtirasın doğuşuna yataklık eden siyaseten ve siyasetin bütün organlarından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak, milletin, dünya ve ahiret mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. İslâm dininin yüksekliği ancak bu şekilde ortaya çıkar.” [58]

 Din ve mezhep, hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz

 Atatürk, laikliği dinsizlik olarak görmemiş tam aksine laikliğin, gerçek dindarlığın teminatı olduğuna inanmış;

 “…Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz. Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar iğrenç kimselerdir. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır.” [59] Demiştir.

 Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz.

 Atatürk;

 “…Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendisine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, intihap (seçtiği) bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Vicdan hürriyeti, mutlak ve taarruz edilmez. Türkiye Cumhuriyeti’nde her reşit, dinini seçmede hür olduğu gibi, bu dinin merasimi de serbesttir, yani âyin hürriyeti dokunulmazdır. Tabiatıyla ayinler, asayiş ve umumi adaba aykırı olamaz. Siyasi nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere, artık Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez… Türkiye Cumhuriyeti’nde, herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz.” [60] Şeklinde ifade etmiştir.

 Atatürk; “…Halife ve bütün dünya bilmelidir ki; var olan ve korunan halife ve halifelik makamının ne din, ne de siyaset bakımından hiçbir anlamı ve bilimsel nedeni yoktur.” [61] Demiştir.

 Hz. Muhammed, düşmanı takip etmeseydi bugün Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi

 Atatürk, 1930’da Hz. Muhammed’i yüksek kişiliğine yaraşır şekilde belirtemeyen bir eser hakkında;

 “…Muhammed’i bana, cezbeye (bir tarikatçının zikir veya dini sohbetlerde kendinden geçme hali)  tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesi’nde en büyük komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve tatbik edebilir? Tarih, gerçekleri değiştiren bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile askeri dehâsı kadar siyasi görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Hz. Muhammed, bu harp sonunda çevredekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.” [62] Şeklinde bir açıklamada bulunmuştur. Atatürk bu söylemiyle Hz. Peygamberin yüce kişiliğine inanmakta onun Allah’ın bir resulü olduğuna inanmaktadır.

 Dinsiz bir milletin devamına imkân yoktur

 Atatürk’ün dini konularda verdiği mücadelenin dinin aslına değil, bilakis din perdesi altında yürütülen taassuba ve dinin çeşitli maksatlarla istismar vasıtası yapılmasına karşı olduğunu aşağıdaki örnekte de açıkça göstermektedir:

 “…2 Temmuz 1932’de toplanan I. Türk Tarih Kongresinin son günlerinde, Atatürk tarih öğretmenlerini ve öğretim üyelerini Gazi Orman Çiftliğinde bir çaylı toplantıya çağırdı. Öğretmenlerden biri Atatürk’e şunu sordu:

 - Paşam, din lüzumlu bir şey midir? Halifeliğin kaldırılması iyi mi olmuştur?

 Atatürk bu soruya şu karşılığı vermiştir.

 - Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir milletin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din Allah ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Mutaassıp (körü körüne inat ve ısrar eden) İslâmcıların din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar alçak kişilerdir. İşte biz, bu duruma karşıyız. Buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.

 Din ile Hilafeti birbirinden ayırt etmek lâzımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise, ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal almıştır. Halifeliği kaldırdığımız günden bu güne kadar kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyasının Halife olmaksızın yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir?” [63]

 Nihayet Atatürk, iyi yetişmemiş din adamları zümresinin muhalefetini kırıp gerekli kanuni tedbirleri aldıktan, yani din işlerini devlet işlerinden ayırdıktan sonra, inkılaplarını tatbike ve onları millete anlatmaya hızla devam etti.

 Kadınlar erkeklerden geri kalamaz

 Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı döneminde kız çocuklarının din zaruretten dolayı okutulmaması ile ilgili olarak;

 “…Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey Müslüman erkek ve Müslüman kadının beraberce ilim ve irfan kazanmasıdır. Kadın ve erkek ilim ve irfanı aramak, nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmış olmak mecburiyetindedir.” [64] Demiştir.

 Türk Kur’an’ın ne dediğini anlamıyor

 Duaların ve Kur’an’ın Arapça olması ve Arapça dışında bir dille duaların ve Kur’an’ın okunmasına imkân verilmemesi dinde cehaleti doğuruyordu. Mustafa Kemal Atatürk, dine ve ibadete karşı değildi, şuursuzca, taklide dayalı ve hurafeler içinde yüzen bir ibadet ve dine sıcak bakmıyordu. Milletin, daha dindar ama şuurlu, dinin aslına uygun şekline inanan, dinini iyi bilenlerden oluşmasını istiyordu. Bunun için milletin dinin ana kitabı olan Kur’an’ın ne dediğini bilerek O’na inanmasını diliyor ve şöyle diyordu;

 “…Türk Kur’an’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden ibadet ediyor. Benim maksadım arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.” [65]

 Atatürk, camilerde Kur’an’ın Türkçe mealinin okutulması hususunda 1932 yılında uygulama denemeleri olmuş, 1932 yılının Ramazan ayında İstanbul’da, seri ve hitabeti güzel olan bazı hafızlara (Hafız Sadettin Kaynak, Hafız Yaşar Okur, Hafız Burhan gibi), yine İstanbul’un bazı camilerinde farklı günlerde, farklı namaz vakitlerinde Kur’an’ın Türkçe mealini okutmuş, Türkçe dua yaptırmıştır.

  Ezan ve Kur’an’ın okunması

 Mustafa Kemal Atatürk;

 “… Ezan ve Kur’an’ı Türkler’ den başka hiçbir Müslüman milleti bu kadar güzel okuyamaz. Bunlara muhteşem müzik ahengi veren Türk sanatkârlarıdır. (1933)” [66] Demiştir.

 Meselenin mahiyeti din değil dil’dir

 Türkçe ezan’a tepki gösterenlere Mustafa Kemal Atatürk, 5 Şubat 1933 günü Bursa’da yaptığı bir konuşmada;

 “…Meselenin mahiyeti din değil dil’dir. Kat’i olarak bilinmelidir ki, Türk Milleti’nin milli dili ve milli benliği bütün hayatında hâkim ve esas olacaktır.” [67] Cümleleriyle cevap verecektir. Bu tarihlerden sonra Anadolu’da bütün müezzinler, minarelerde Türkçe ezan okumaya başladılar. Ancak Arapça ezanı yasaklayan bir kanun mevcut değildi. Bu konuda Atatürk’ün vefatından üç yıl sonra (2 Haziran 1941 tarihinde) bir kanun çıkartıldı. Ceza Kanunu’nun 526. maddesine yapılan bir ek madde ile Arapça ezan okuyanlara, 10 liradan 200 liraya kadar para, 3 aya kadar da hafif hapis cezası öngörüldü.[68]

 Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekle hürdür

 Atatürk;

 “…Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir. Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. Lâikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, ilerleme ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamazlar. Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekle hür olduğu gibi, belirli bir dinin merasimi de serbesttir. Yani ibadet hürriyeti vardır. Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakla serbesttir. Biz dine karşı saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.

 Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmıyoruz. Millet ve devlet işlerinin Kabesi, milli egemenliğinin belirdiği Büyük Millet Meclisi’dir. Din işlerinin mihrabı ise insanların, şahısların vicdanıdır.[69] Demiştir. Aslında iyi incelendiği takdirde Laiklik bu haliyle İslam Dininin özünde mevcuttur.

 Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz

 Açıkça Kur’an-ı Kerim ismi zikredilmemekle birlikte 1 Kasım 1937 tarihinde TBMM’nin beşinci dönem üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında Atatürk;

 “…Dünyaca malum olmuştur ki, bizim devlet idaremizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.

 Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.” [70]

 Bütün Müslümanlar, Hz. Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli

 Atatürk, ölümünden on beş gün kadar önce dünyadaki Müslümanlara gönderdiği mesajda özetle;

 “…Bütün dünyanın Müslümanları Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed (sav) in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli, İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.” Demiştir. Mustafa Kemal Atatürk, bu mesajı Başbakan ve Dışişleri Bakanı vasıtasıyla dünyaya açıkladı. Atatürk’ün bu mesajı, kendisinin ne kadar dindar ve gerçek Müslüman olduğunu açıkça göstermektedir.[71]

 İrticanın tarih boyunca sloganı

 Atatürk;

 “Din elden gidiyor, şeriat elden gidiyor” sözü irticanın tarih boyunca değişmez bir sloganı olmuştur. Bununla insanların en ulvi ve hassas duygularına hitap edilmek istenmiştir. Bu yüzden irticadan medet umanlar, zaman zaman taraftar bulmakla zorluk çekmemişlerdir. Aslında yapılmak istenenin dinle, diyanetle hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin II. Mahmut zamanında fes giymemek için sokağa düşenler, aradan 93 yıl geçtikten sonra bu defa 1925’te fesi çıkarmamak için direnmişlerdir. Oysa ‘Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olurda şapkayı giymek neden olmaz?’ [72] Demiştir.

 Atatürk’e göre irtica

 Atatürk’e göre irtica;

 “Her ilerici ve müspet gelişmeye karşı çıkan kuvvete irtica denir. Türkler’ in 1453 zaferini, yani İstanbul’un fethini tasavvur buyurunuz. Bütün bir cihana karşı, İstanbul’u ebediyen Türk camiasına mal etmiş olan kuvvet ve kudret, takriben aynı senelerde icat edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için erbabı hukukun meşum (kötü/uğursuz) kuvvetini iktihama (yıkmaya) muktedir olamamıştır. [73] Demekle, Fatih’in İstanbul’u fethetmekle yeni bir çağ açmasına rağmen, o dönemin ‘gerici zihniyetinin, ilerlemeye ve gelişmelere karşı olan düşüncelerini’ değiştiremediğini ifade etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır.

 Yine Atatürk;

 “…Siyasi egemenliğin, ekonomik çıkarların dine bağlanması ve dinin bu amaç için kullanılması da irticadır. Bu şekilde davranan kimseler de müstebittir. (zulmeden)” [74]

 “…Yaşam felsefesinin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her faydalı şey karşısında onu yok edecek bir kuvvet belirir. Bizim lisanımızda buna irtica derler. İşte bu irticanın imhası için gerekli önlemleri önceden almış olmak lazımdır.” [75]

 “…Unutulmamalıdır ki, milletin hâkimiyetini bir şahısta yahut sınırlı kişilerin elinde bulundurmakta menfaat bekleyen cahil ve gafil insanlar vardır. Hükümdarlar, kendilerini vehmolunmuş (gerçekte olmayan) bir kuvvetin temsilcisi tanırlar ve bundan zevk alırlar. Fakat onların etrafındaki menfaatperestler, bunu din örtüsüne büründürerek bütün milleti aldatıp, yok etmeye çalışırlar. Nitekim şimdiye kadar çalışmışlardır. Nihayet milletin kulağı bu terennümlerle (güzel ve alçak sesle şarkı söyleme) dolar o telkinleri dinin icabı ve gerçeğin kendisi olarak kabul eder. Bu gibilere mürteci ve hareketlerine de irtica derler.

 Yakın tarihimizin sayfalarını incelersek birçok örneklerine tesadüf ederiz. Fakat buna bütün dünya kani olmalıdır ki, milletimizi bu gibi bozma ve aldatmanın olanağı kalmamıştır. Fetva ile veyahut şu, bu gibi telkinlerle milleti irticaya sevk etmek isteyenlerin yeri zindan olacaktır. Kesinlikle ve pervasızca söylerim ki, milli hâkimiyetimizin her zerresini şu veya bu suretle kayıt ve şarta bağlamak isteyenler en koyu mürtecilerdir. Öylelerine karşı milletin yapacağı şey, onları parçalamaktır.” [76] Demiştir.

 “…(Milletimize) irticakar (gerici) fikirler aşılayanlar belli bir sınıfa dayanabileceklerini zannediyorlar. Bu kesinlikle bir kuruntudur, bir zandır. İlerleme yolumuzun önüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenilik vadisinde duracak değiliz. Dünya müthiş bir akımla ilerliyor. Biz bu uyumun dışında kalabilir miyiz?” [77]

 Sonuç olarak; İrticanın en büyük silahı dinin istismarı, din duygusunun sömürülmesidir. İslam tarihine baktığımızda dinden politik çıkar ya da maddi kazanç sağlamak isteyenler daima toplumun inançlarını sömürmüşlerdir.

 BAZI DİN ADAMLARI İLE ATATÜRK’ÜN YAKININDA BULUNANLARIN ATATÜRK VE DİN İLE İLGİLİ DÜŞÜNCE ve HATIRALARI

Atatürk her mânâsile Müslümandı

 Fahrettin Altay;

 “…Atatürk, Türk ve Müslüman bir anadan, Türk ve Müslüman bir babadan dünyaya gelmiş, ecdadı Türk olan bir insandı. Küçük yaşta babadan yetim kalmış, annesi yanında ilk din bilgisini almıştı. Askeri okullarda din derslerini de takip etmiştir. Hazreti Muhammed’in çok büyük bir varlık olduğunu, kendinden çok işitmişimdir. Kur’an’ı Kerim’de, anlaşılması güç kısımlar olmakla beraber, pek büyük hikmetler bulunduğunu takdir ederdi. Atatürk İslamlık ’ta samimiyet ve müsamaha bulur, dar bir görüşü, taklitçiliği sevmezdi.

 Ezanı Türkçe okutmaktan maksadı, ona anlayarak, muhabbetle tabi olmayı temin içindi. “Hayya-les Sâlât” ın, “kalkın namaza” demek olduğunu anlamayanın taklitçi ve anlayanın samimi olduğu aşikârdır. Bunun gibi sabah namazındaki “Esselâtü Hayrün Minel nevm” in, “namazın uykudan hayırlı olduğunu” anlayan bir kimse, elbette uykuyu bırakıp ibadete yönelmekle samimi olur. Atatürk Laikliği kurdu diye, ona dinsizlik isnadı en büyük iftiradır. O, dinin siyasete karıştırılmakla çığırından çıktığını, bir takım hurafelere boğulduğunu görerek bu kararı almıştı.

.........Fahrettin Altay

Atatürk’ün en büyük emeli, din adamlarımızın yalnız dini bilgilerle değil, müspet ve teknik bilgilerle birlikte rüsuha (destekleme) varmış olmalarını görmekti. Kur’an’ı, Mehmet Akif’ten tercüme etmesini istemişti. Ne çare ki, ömrü buna vefa etmedi.

 Ben, savaş meydanlarında ve her zaman, Tanrının ulu adını ağzından düşürmediğini çok iyi bilirim. O (Atatürk), her mânâsile bir Müslümandı. Müslümanlığın istediği gibi dürüsttü, temizdi, iyiliği severdi, kalp kırmazdı. Memleketi için, milleti için kendini vakfetmişti. Sorarım size, bu kadar mükemmel bir insan Müslüman değil de, kimdir Müslüman. Allah’tan ona rahmet dilemek, hepimizin borcudur.” [78] Demiştir.

 Atatürk, dine karşı hiçbir zaman kayıtsız kalmamıştır

 Hafız Yaşar Okur;

 “…Öteden beri Atatürk’ün dine karşı güya kayıtsız kaldığını iddia eden bir takım bedbahtlar, hem bu eşsiz Kahraman’ın, hem de asil Türk milletinin mukaddes inançlarına saygısızlık göstermişlerdir. 15 yıl yanlarında bulunmanın bana verdiği hak ve selâhiyetle diyebilirim ki Atatürk, dine karşı hiçbir zaman kayıtsız kalmamış, yalnız dini istismar edenlere cephe almıştır.

 Ramazanın Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşküne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzuruna çağırır, Kur’an-ı Kerimden bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu ile dinlerlerdi. Ruhen çok mütelezziz (tat almak/hoşlanmak) olduğu her halinden anlaşılırdı. Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikuyu Camilerinde şehitlerimizin ruhuna hatm-i şerif okumamı emrederdi.


..........Hafız Yaşar Okur (1886-1996)

Büyük Atatürk birçok vesilelerle şöyle demiştir;

 “Mukaddes mihrabı, cehlin elinden alıp ehlinin eline vermek zamanı gelmiştir.” Bunu dini davranışlarında daima düstur yapmışlardır.

 O (Atatürk), camileri ibadet için olduğu kadar, düşünmek, meşveret (danışma, müşavere etme) etmek için de birer mukaddes yer olarak telakki ederdi. Peygamberimiz Efendimizden de büyük bir takdirle bahsederdi. O devirler için hep; “Hazret-i Peygamberin zaman-ı saadetlerinde” diye saygı kelimeleri kullanırlardı. Ayrıca Peygamber Efendimizin dirayetli bir devlet adamı, iyi bir başkumandan olduğunu da sık sık tekrarlardı. Velhasıl, büyük Atatürk’ün Herkesin inancına hürmet ederdi. Maneviyata bağlı idi. [79] Demiştir.

 Benim Atam iman ve insanlık abidesi idi

 İsmail Hakkı Tekçe;

 “…Şunu evvela belirtmek isterim ki, Atatürk, tam manasıyla iman ve itikat sahibi bir insandı. Yanında, Kurtuluş savaşından itibaren ölümüne kadar beraber bulunmuş, hizmetinden bir an mahrum edilmemiş bir insanım. Ne zaman yemin etse “Vallahülâzim, Billahülâzim” derdi.

 Atatürk mutekit (inanan, dini bütün) bir insandı. Bakın, rahmetli yaveri Muzaffer Kılıç’ın anlattığı bir olayı burada nakledeyim. Büyük Taarruz sabahı, 26 Ağustos 1922’de Kocatepe’deler. Daha topçu ateşi düşman mevzilerinin üstüne gürlemeye başlamamış. Mustafa Kemal, çadırından çıkıyor, ellerini göğe kaldırmış, tıpkı 1071 yılı 26 Ağustosunda, Malazgirt’te Alpaslan’ın duası gibi;

 “Yarabbi! Sen Türk Ordusunu muzaffer et… Türklüğün, Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme!” diye dua etmiş ve Muzaffer Kılıç, gözlerinden (Mustafa Kemal’in) birkaç damla yaşın süzüldüğünü görmüş.

 İslâmlığı hakiki mânâsı ile bilirdi. Kur’an okunmasından haz duyardı. Fakat okuyanın, mânâ ve derinliğini mutlaka bilmesini isterdi. Onun için ezanı Türkçe yapmış, Kur’an’ı tercüme ettirmek istemişti.” [80]


İsmail Hakkı Tekçe

 Atatürk ve Din

 Ercüment Demirer;

 “…Bu satırların aciz yazarı Atatürk devrinde hem devlet memuru, hem de din görevlisi idi. Camilerde minberde Hutbe okur, kürsülerde dua yapardık. Neden bize baskı yapılmadı? Neden takibata uğramadık? Namaz kıldığımız için neden işimizden atılmadık? Atatürk devrinde General Keramettin Kocaman, resmi general elbisesi ile Teşvikiye Camii’nde Kur’an okurdu, neden emekliye sevk edilmedi?

 Cumhuriyet’in ilk Diyanet İşleri Başkanı rahmetli Rifat Börekçi ’den defalarca dinledik. Rifat Börekçi bize şöyle söylemişti: Ata’nın huzuruna girdiğimde beni ayakta karşılardı. Utanır, ezilir, büzülür, -paşam beni mahcup ediyorsunuz- dediğim zaman -din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır- buyururlardı.’ Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi.

 Atatürk devrinde vaizlerin konuşturulmadığı sözleri iftiradır. Geçen yıl Tanrı’nın rahmetine tevdi ettiğimiz Beşiktaşlı Hacı Cemal Hoca hakkında bir defa olsun takibat yapılmamıştır.

Ercüment Demirer

Tekkeler Atatürk’ün emriyle değil, kanun hükümleri gereğince kapatılmıştır. Son zamanlarda bu kutsal çatılar zikir meclisinden ayrılmış, bazı tekkeler işret (içki içmek), zina ve livata gibi İslâm dininin kesin olarak haram eylediği kötü şeylere sahne olmuşlardı. Tekkeler kapatıldığı gün, arif-i billâh, gerçek mürşid, Kenan Rufaî hazretleri aynen şöyle buyurmuşlardı;

 ‘Tekkelerin kapatılması çok isabetli oldu. Tekke şeyhlerinin birçokları cahildi, şeyh demek mürşid demektir, cahil bir insan mürşid olamaz. Gerçek mürşid (gafletten uyandıran) sadece tekkede değil, her yerde halkı irşad (doğru yolu gösterme) edebilir.

 İftira ve yalan en büyük günahlardandır. Kur’an ‘iftiraya cür’et edenler yalan söyleyenler mümin (Müslüman) değildirler.’ Buyuruyor. Atatürk’e dinsiz diye iftira edenler, Kur’an’ın ayetlerini inkâr etmiş olurlar. Ayıptır efendiler; Atatürk’e dil uzatmayınız, Atatürk devrimini kötülemeyiniz. Türk Ulusu Atatürk’ü tanır ve sever. Atatürk’ün gerçek bir Müslüman olduğunu vesikalarla ispat ettik.” [81]

 Mürtecilere asla fırsat vermeyeceğiz

 Asaf İlbay;

 Atatürk’ün din telâkkisi (şahsi görüşü), kat’i olarak pek az kimse öğrenebilmiştir. Orman Çiftliğinde, baş başa kaldığımız bir gün, din hakkında ne düşündüğünü sordum. Bana dedi ki;

 Din vardır ve lâzımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi, fakat bina, uzun asırlar ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak, birçok yabancı unsur (yorum, hurafeler/boş inançlar) binayı daha fazla hırpalamış. Bu gün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilmez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstüne yeni bir bina kurmak lüzumu hâsıl olacaktır…

 Din, bir vicdan meselesidir. Herkes, vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz din’e saygı gösteririz. Düşünceye ve tefekküre (düşünme) muhalif değiliz. Biz sadece, din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kaste ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz. Mürtecilere (gerici, irtica, yobaz) asla fırsat vermeyeceğiz.” [82]

  MİLLİ MÜCADELEDENİN YANINDA ve KARŞISINDA OLAN ve ÖNDE GELEN BAZI DİN ADAMLARI ile AMASYA TAMİMİ, ERZURUM ve SİVAS KONGRELERİ

 Mustafa Kemal Paşa’yı ve Heyet-i Temsiliye yi Anadolu’da İlk Karşılayan Din Adamları

 Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya’ya geleceği haberinin şehre ulaşması üzerine hazırlıklara başlanmıştır. Erkan’ı Harbiye Binbaşısı Hüsrev Bey (Gerede) Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya’da karşılanmasını şöyle anlatmaktadır:

 “12 Haziran 1919 günü karargâhımızla beraber Amasya’ya hareket ederken, Ali Fuat Paşa’ya, Refet Bey’e, Rauf Bey’e Amasya’da randevu verdik. Yolculuğumuz, yol boyunca büyük ve gönülden karşılama içinde geçiyordu. Sonra öğrendik ki, Amasya Müftüsü Hacı Tevfik Efendi, güzergâhımızdaki yerlerin müftü, vaiz, imam ve eşrafına layıkıyla karşılanıp ağırlanmamızı bildirmiş. Bu gönülden ve coşkun karşılama Amasya’da aynen vuku buldu.  Başlarında Müftü Efendi’nin bulunduğu ve birçoğu din adamı olan beldenin mümtaz heyeti, Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekileri şehrin dışında karşıladı. Saraydüzü’ndeki bu merasim Paşa’nın gözlerini yaşarttı. Müftü Efendi, itimat telkin eden çehresiyle ilerleyerek Paşa’ya yüksek sadâ (ses) ile: “Paşam! Bütün Amasya emrinizdedir. Gazanız mübarek olsun!” dedi. [83]

 Mustafa Kemal Paşa, din adamlarının kendilerini karşılamaları ile ilgili olarak;

 “…Geldiğimizde bizi karşılayanlar arasında sağ taraftaki Amasya müftüsünü  (Hacı Tevfik Efendi) gördünüz. Akşam yediğimiz iftar yemeği de evinden geldi. Samsuna çıktığımdan (19 Mayıs 1919) beri mahalli din adamları, düşünce ve gayelerimize kalplerini ve imkânlarını açtılar. Halk da onlara inanıyor, bu bizim manevi terkibimiz.” [84] Demiştir.

 Amasya Müftüsünün, sağladığı huzur, güven ve imkânlar sayesinde Misak-ı Millinin temeli olan tarihi Amasya Tamimi,[85] 21 Haziran 1919’da burada yayınlanmıştır.

Amasya Müftüsü ve Amasya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Hacı Tevfik Efendi.
Zile Ayaklanmasının bastırılmasında (21 Haziran 1920) önemli katkıları olmuştur.

 Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Kongresi [86] için Erzurum’a varmadan Ilıca’da bir heyet karşılamıştır. Bu heyetin içerisinde 15. Kolordu Komutanı Karabekir ve Vali Münir Bey’in yanı sıra, Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Erzurum Şubesi Başkanı Raif (Dinç) Hoca’da vardı. [87] Mustafa Kemal Paşa ve Heyeti-i Temsiliye (Rauf Orbay, Büyükelçi Ahmet Rasim, Vali Mazhar Müfit Kansu, Hakkı Behiç Bey ve diğer çalışma arkadaşları), Sivas Kongresi [88] için 2 Eylül 1919’da Sivas’a geldiğinde ilk karşılayanlar arasında da Müftü Abdurrauf Efendi bulunmaktadır.

 

04 Eylül 1919 Tarihinde Sivas Kongresine Katılanlar

19 Aralık 1919 günü akşamı Kayseri’ye ulaşan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını, Müdafaa-i Milliye Hukuk Cemiyeti Başkanı Müftü Remzi Efendi başta olmak üzere cemiyetin tüm üyeleri, ihtiyat zabıtan üyeleri, devlet memurları, Kayseri’nin seçkin ulemasından Kızıklı Hacı Kasım Efendi, okul öğrencileri ve hocaları karşılamıştır.

 Heyet-i Temsiliye, 21 Aralık 1919 günü sabahı Kayseri’den ayrılmış ve aynı günün gecesi Mucur’a gelmiştir. 22 Aralık günü sabahı Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Hacı Bektaş’a gitmişler ve burada Bektaşi ve Alevilerin bağlı bulundukları Çelebi Cemalettin Efendi ve Hacı Bektaş’ı Veli Dergâh-ı Şerifi Postnişini ve Türbedarı Niyazi Salih Baba tarafından içtenlikle karşılanmıştır. Bu arada Mustafa Kemal Paşa, Çelebi Cemalettin Efendi ile görüşmüştür.

 24 Aralık 1919 günü Kırşehir’e gelen Mustafa Kemal Paşa ve Heyeti, Müftü ve Kırşehir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Halil Gürbüz Efendi ve Kırşehirliler tarafından şehir girişinde büyük bir törenle ve kurbanlar kesilerek karşılanmıştır. Kırşehir’den 24 Aralık 1919 günü ayrılan Heyet-i Temsiliye, Kaman, Çiçekdağı ve Beynam’dan sonra 27 Aralık 1919 günü Ankara’ya ulaşmıştır.

 Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Ankara’da da coşku ile ilk karşılayanlar arasında Çiçekdağı Müftüsü Hayrullah Alp Efendi ve diğer din adamları da vardı. Ayrıca Ankara Vali Vekili Yahya Galip Bey, Ankara Müftüsü ve aynı zamanda Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Rıfat Börekçi, 24. Tümen Komutanı Yarbay Mahmut Bey, Kurmay Başkanı Binbaşı Ömer Halis Bıyıktay, Ankara’nın ileri gelenleri ve bölgedeki tüm Seymenleri, karşılama töreninde hazır bulunmuşlardı.[89]

 Din Adamlarının Milli Mücadele fikrini ateşlemeleri

 Yunanlılar ’ın İzmir’i işgali ve sürekli yayılmacı bir politika izlemeleri, bölgede bulunan askeri erkândan mülki erkâna, din adamalarından çete reislerine kadar halk üzerinde etkisi olan herkesi harekete geçirmiştir. Bunlardan birisi de Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi idi. (13 Eylül 1861-22 Kasım 1931) İzmir’de olup bitenleri haberdar etmek üzere belediye binası önünde bir miting tertiplenmiştir. Müftü Efendi, “Allah’ını, dinini ve vatanını sevenler’in” Müftülük binası önünde toplanmasını duyurmuştur. 15 Mayıs 1919 günü sabahın ilk saatlerinde belediye binasının bulunduğu Bayramyerinde, Denizli halkı ile birlikte Mutasarrıf (idare amiri), Belediye Reisi ve bazı eşraflarının da katıldığı mitingde, Müftü Ahmet Hulusi Efendi yaptığı konuşmada;

 “…Muhterem Denizlililer! Bugün (15 Mayıs 1919) sabahın erken saatlerinde İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir. Vatana karşı işlenecek cürümlerin Allah ve tarih önünde affı, mümkinâtı yok günahtır. Cihat, tam manasıyla teşekkül etmiş, dini farz olarak karşımızdadır…

 Hemşerilerim! Karşımıza çıkarılan dünkü tebaamız Yunan’a biz mağlup olmadık. Onlar öteki düşmanlarımızın vasıtasıdır. Yunan’ın bir Türk beldesini eline geçirmesinin ne manaya geldiğini İzmir’de şu birkaç saat içinde işlenen cinayetler gösteriyor. Silahımız olmayabilir, topsuz-tüfeksiz, sapan taşları ile düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklal aşkı, vatan sevgisi, haysiyet şuurumuz ve kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını veren şehit, kalanlar gazidir…

 Bu mutlak olarak cihad-ı mukaddestir. (kutsal savaş) Sizlere vatanımızı düşmana teslim etmekten başka çarenin olmadığını söyleyenler, düşman esareti altında olanlardır. Onlar, irade ve kararlarına sahip değillerdir. Bu vaziyette olanların emri ve fetvası aklen ve dinen caiz, makbul ve muteber değildir. Doğru olan vatan müdafaası ve istiklâl uğruna cihattır. Korkmayınız, me’yus (ümitsiz) olmayınız. Bu livâ-yı hamdin (Allah’ın sancağı) altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz olarak Cihad-ı Mukaddes Fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum. Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi üçer taş alarak düşmanın üzerine atmak suretiyle mutlaka fiili mukabelede bulununuz.” [90] Demiştir.

..........................

Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi         ..... Çal Müftüsü Ahmet İzzet Efendi

Ahmet Hulusi Efendinin konuşması ve düzenlenen miting, çevre il ve ilçelerde de etkili olmuştur. 16 Mayıs (1919) Cuma günü Acıpayam, Sarayköy ve Tavas ilçelerinde, 17 Mayıs Cumartesi günü Çal ilçesinde mitingler düzenlenmiş ve Yunan işgalini protesto telgrafları çekilmiştir.

 Denizli Çal Müftüsü Ahmet İzzet (Çalgüner) (1875-1952) Efendi de ilçesinde ve çevresinde halkın ulusal harekete katılmaları için çalışmalarda bulunan din adamlarının ilklerindendir.17 Mayıs 1919 günü Çal halkını Çarşı Camiinde toplayarak onlara düşman istilasına karşı seyirci kalınmamasını ve silahla karşı konulmasının gerekli olduğunu anlatmıştır. Müftü Ahmet İzzet Efendi, daha sonraki günlerde de aynı camide yapılan toplantılarda yaptığı konuşmada ise; “…Allah’ımız bir, kitabımız bir, vatanımız bir olduğuna göre korumaya da mecburuz. Kutsal değerleri savunmak için Allah’ın ve Peygamberin emirlerine uymak gereklidir. Çöken saray saltanatının yerine milletin kalbindeki iman ruhu bir kat daha parlamıştır.” Demiştir. Çal Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin de kurucularında olan Ahmet İzzet Efendi, Çal ve çevresinde topladığı 100 gönüllü ile Aydın-Köşk cephesinde düşmanla çarpışmıştır. Aynı şekilde Acıpayam Müftüsü Hasan (Tokcan) Efendi, Tavas Müftüsü Cennetzade Tahir Efendi, ilçelerinin halkını Milli Mücadele lehinde bilinçlendirmişlerdir.[91]

 Huzur-ı ilâhîye çıkamam

 Yunanlıların İzmir’i işgali sırasında, İzmir halkı ve münevverlerinden oluşan bir heyet, İzmir Valisi İzzet Bey’i ziyaret ederek Yunan işgali karşısında, hükümetin takınacağı tutumun öğrenilmesine çalışılmıştır. Vali İzzet Bey’in heyete, “…Boşuna telaş edilmemesini, heyecanın gereksiz olduğunu, ortada endişe yaratacak bir durumun bulunmadığını, kimsenin mukavemete teşebbüs etmemesini, çünkü Yunanlılar ’ın İtilaf Devletleri adına geldiklerini…” söylemesi üzerine heyette bulunan İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi ayağa kalkarak valiye;

 “…Vali Bey! Bu kanımla kırmızıya boyanabilirim, fakat alnımda Yunan alçaklığını sükûnet ve tevekkülle (işi Allaha bırakarak kadere razı olmak) karşılamış olmanın karası olduğu halde huzur-ı ilâhîye (Allah’ın huzuruna) çıkamam.” Diyerek cevap beklemeden toplantıyı terk etmiştir.[92] Rahmetullah Efendi’nin bu söz ve davranışı, Milli Mücadele’nin ilk kıvılcımını meydana getiriyordu. İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi, daha sonra ki günlerde Mustafa Kemal Atatürk’le Latife Hanım’ın nikâhını kıyan vatansever din adamıdır.

Müftü Rahmetullah Efendinin 93 yıl önce İzmir Konak Hatuniye Mahallesinde yaşadığı ev

 İzmir Müftüsü Rahmetullah Çelebioğlu (D: 1872- Ö: 1944)

Düşmanı Ata yadigârı yurttan kovalım

 İzmir’in işgali ile birlikte Bilecik ve çevresi halkı, milli direniş için Bilecik Müftüsü Mehmet Nuri Efendi (Kırıkkanat) (1885-1921) önderliğinde örgütlenmeye başlamıştır. Müftü Efendi, Orhan Gazi Camii’nde kılıç kuşanmış bir halde yaptığı tarihi konuşmada;

 “…Milletin haysiyeti, şerefi, hürriyeti, istiklâli, gerçekten tehlikeye düşmüştür. Yunanlılardan kurtulmak için ne gerekiyorsa Bilecik’in bütün fertleri ölmeyi göze almasını bilmesi lazımdır. Padişah olsun, halife olsun, isim ve makamı ne olursa olsun hiçbir şahıs ve makamın hikmet-i mevcudiyeti kalmamıştır. Yegâne kurtuluş çaresi sizlerin doğrudan düşmanın karşısına çıkmanızdır. Müftünüz olarak diyorum ki, Yunan zulüm ve vahşetine katlanmaktansa seve seve ölelim şehit olalım, cennete gidelim, ama önce düşmanı ata yadigârı yurttan kovalım. Bir ve beraber olalım. Bir araya gelip örgütlenelim. Gazamız mübarek olsun. Allah bizimle beraberdir.” Demiştir.

 Müftü Efendi’nin bu konuşması Bilecik halkı üzerinde büyük ölçüde tesirli olmuştur. Öte yandan Müftü Mehmet Nuri Efendi, Milli Mücadele’nin meşru olduğuna dair Ankara ulemasınca hazırlanan ve 154 din adamı tarafından imzalanan fetvada imzası bulunan ilk din adamlarındandır. 24 Nisan 1920 tarihinde TBMM Başkanlığına çektiği bir telgrafla, Milli Meclis’in Ankara’da toplanmasını kutlayan Müftü efendinin gayretli çalışmaları Mustafa Kemal Paşa tarafından onurlandırılmıştır.[93]

 Yunan işgal kuvvetleri yetkilileri, Müftü Efendi’nin çalışmalarından rahatsızlık duyuyorlardı. Başarısızlıklarını Mehmet Nuri Efendi’nin yöredeki hizmetlerine yorumluyorlardı. O’nun son hizmetini fırsat bilen Yunan kumandanı, pusu kurdurdu ve 7 Nisan 1921 günü tarassudu ( dürbünle düşmanı gözetleme) sırasında Müftü Efendiyi şehit ettirdi.

 Müftü Mehmet Nuri Efendi’nin şehadetini, Garp (Batı) Cephesi Komutanı İsmet Bey (İnönü), 8 Nisan 1921 tarihli telgrafla Ankara’ya bildirmiştir. Anılan telgrafta İsmet Bey şöyle demektedir.

 “…Bilecik Mutasarrıfının verdiği malumata nazaran Bilecik’te 1618 hane yanmış, geri kalan 422 haneden yalnız yarısı oturulabilir bir halde bulunmuştur. Söğüt Kasabası İslam Mahallesi de kâmilen, Bozüyük’ün üçte ikisi yanmıştır.(Yunanlılar tarafından) Ahaliden mezalim ve kötülüğe maruz kalan ve şehit edilenler vardır. Bu meyanda Bilecik Müftüsü Mehmet Nuri Efendi de dâhildir.[94]

 Mustafa Kemal’in yanında olacağız

 Milli Mücadele ateşi, Devrek (Zonguldak ilçesi) Müftüsü ve Kadısı Abdullah Sabri Efendi’nin önderliğinde gelişmiştir. Camilerdeki konuşmaların yanı sıra Millet Bahçesi’nde mitingler ve toplantılar düzenlenmiştir. Abdullah Sabri Efendi bu toplantıların birinde yaptığı konuşmasında sancak ve sakal-ı şerifi yanında taşıdığı halde şunları söylemiştir:

 “…Bugünden itibaren bütün yurtta Kurtuluş savaşı başlamıştır. Şimdi alacağımız karar çok önemlidir. Kadınımız, kızımız, topumuz, tüfeğimizle Mustafa Kemal’in yanında yer almalıyız. İşte vatan elden gidiyor. Hep beraber kurtaracağız.” [95]

 Demir ve Çelik Alayları

 Milli Mücadelede din adamları ellerinde silah, beldelerini korumuşlardır. Isparta’da hafız İbrahim Efendi “Demiralay” ve Afyonkarahisar’da da Hoca İsmail Şükrü Efendi “Çelikalay” adıyla gönüllülerden alaylar teşkil etmişlerdir. Isparta-Afyonkarahisar-Eskişehir hattını savunmaktan sorumlu 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa bu kuvvetlerle ilgili olarak özetle;

 “…Isparta’da Hafız İbrahim Efendi, Afyonkarahisar’da Hoca İsmail Şükrü Efendi adındaki iki din adamı, başı sarıklı iki mücahit başa geçmişler ve milli kuvvetleri teşkilatlandırıp, kumandayı da bizzat ellerine almışlardı.” [96] Demiştir.

 Yunan orduları durmadan ilerliyordu. Alaşehir (Manisa) elden çıkmıştı. Yunan işgalinin (Yunanlılar 16 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmişlerdi) genişlediği bu günlerde konu TBMM’de gündeme gelmişti. Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşaların da hazır bulundukları Meclis oturumunda Yunan ilerleyişi hararetle tartışılıyordu. Bu arada İsmail Şükrü Hoca da konuyla ilgili görüşlerini özetle şöyle açıklamıştı;

 “… Bugün benim memleketim istilaya maruzdur. Düşman şimendiferleri (tren) üç saatlik mesafededir. Fakat ben üzgün değilim. Beni üzen diğer mahallerin sukutudur (düşme). Bugün Uşak düşecek yarın Karahisar. Bir memleket yanarken diğerinin seyirci kalması İslamiyet’e şindir (suç, günah). Çare bütün Anadolu kuvvetlerini tevhit etmek (birleştirmek), cihadı mukaddes (kutsal savaş) ilan etmektir.”


İsmail Şükrü Hoca (Çelikalay)  (1876-1950)

Hafız İbrahim Efendi (Demiralay) (1883-1939)

Isparta gönüllülerinden oluşan Hafız İbrahim Efendi’nin komuta ettiği “Demiralay”, düşmanın Sarayköy önünde durdurulmasında önemli hizmetleri olmuştur. Ayrıca “Demiralay” ın varlığı işgalci İtalyanların Isparta ve çevresinde barınmasını engellemiştir. “Çelikalay” da Dumlupınar’da Yunan ileri harekâtını dokuz ay durdurarak ordumuzun hazırlanması için zaman kazandırmıştır. Hoca İsmail Şükrü ve Hafız İbrahim Efendiler kuvvetlerinin düzenli ordunun içerisinde yer almasından sonra TBMM’deki görevlerine dönmüşlerdir.

 Milli varlığa, ulusal savaşa düşman sözde din adamları

 Hürriyet ve İtilaf Partisinin ihmal edilmeyecek bir ismi olan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi; [97] Meşrutiyet devrinin Mebusan Meclisinde uzun nutuklarıyla ve hazır cevap lığı ile tanınan, dini sıfatını geçim ve şöhret için ustaca kullanmasını bilen bir din adamıdır. Damat Ferit Paşa hükümetlerinde Şeyhülislamlık yapmış, Ferit Paşa’nın Paris’e gittiği bir devirde kendisine Sadrazamlık vekilliği görevi verilmiştir. Anadolu harekâtını eşkıya harekâtı, bu harekâtın önderi Mustafa Kemal Paşayı da baş şaki olarak gören Mustafa Sabri, düşmanın İzmir’de denize dökülmesi üzerine, Ermeni ve Rumlardan müteşekkil bir kuvvetle Türk ordunun karşısına çıkılmasını Vahdeddin’e (Padişah) teklif edecek kadar ulusal harekâta düşmandı.[98]

 Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, aynı zamanda ulusal bağımsızlık savaşımızda milli varlığa düşman cemiyetlerden Teali-i İslam’ın kurucularındandır. İlk adı Cemiyet-i Müderrisin (Medrese Öğretmenleri Derneği) olan Teali–i İslam Cemiyeti’nin yönetim kurulunda, Mustafa Sabri (Başkan), İskilipli Mehmet Atıf (İkinci Başkan), Said-i Kürdi (Nursi) - İttihat ve Muhammediye Cemiyeti önderlerinden – bulunuyordu.[99]

 Teali-i İslam Cemiyeti, Kuva-yı Milliye aleyhinde bildiriler yayınlamıştır. Bildirilerden 16 Eylül 1919 tarihli İkdam gazetesinde yayınlananı çok etkili olmuş, Anadolu’da yer yer isyanlar çıkmıştır. Bu bildiri incelendiğinde, Teali-i İslam Cemiyeti’nin milli varlığa ne denli düşman olduğu daha iyi anlaşılacaktır.[100]


Mustafa Sabri Efendi


İskilipli Mehmet Atıf Hoca

Saidi Nursi

DİN, İSLĀMİYET, KUR’AN’I KERİM, LAİKLİK, ATATÜRK ve DİN İLE İLGİLİ DİĞER HUSUSLAR

 Atatürk, hurafeciliğe ve din istismarına karşıdır

 Mustafa Kemal Atatürk’ün din ve laiklikle ilgili düşünceleri çok tartışılmıştır. Bazılarına göre, o, dini toplumsal hayattan çıkarmak istemiştir. Bazılarına göre ise bundan dolayı dinsizdir. Dini değerleri kullanarak hedefine ulaşmış, sonra da dini ortadan kaldırmaya çalışmıştır.

 Gerçekte Atatürk, ne dini toplumsal hayattan çıkarmak istemiş ne de dinin özüne dokunmuştur. Onun mücadele ettiği din adına ortaya çıkan zihniyettir. Atatürk gerçekçi, akılcı, ileri gören, toplumunu ve dünyayı doğru okuyan, ne yaptığını bilen bir devlet adamıdır. Dine, dini değerlere değil, hurafeciliğe ve din istismarına karşıdır. Bu din düşmanlığı değildir, gerçek dindarlıktır. Bu sebeple laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi Atatürk’te dinsiz değildir. Bu bağlamda, Türkiye koşullarında gerçek dindarlık Atatürkçülüğün bir boyutudur. [101]

 İslâm’da hilafet diye kutsal bir kavram yoktur

 İslâm’da hilafet diye kutsal bir kavram yoktur. Hz. Ebubekir’e halife denmesi Hz. Peygamberden sonra devletin reisi olmasındandır. Hz. Peygamberden sonra geldiği için, dini bir otoritesi yoktur, dini bakımdan Hz. Peygamberin yerine gelmiş değildir. Bunun kutsal ve dini manası olmadığı için Hz. Ömer Halife unvanını almayı reddetmiştir. İslam’da devlet başkanının âlimler de dâhil, dini otoritesi yoktur, idari ve siyasi otoritesi vardır.[102]

 Laiklik

 Bu evrensel, yüce, akılcı, ilimci dinin tam olarak öğrenilmesi, yaşanması ve korunması için ne gibi tedbirler almak gerekirdi. Atatürk bunun da dinin temel kaynaklarının Türkçe ’ye çevrilmesi, herkesin dini hür olarak öğrenmesi, aracı sınıfların kaldırılması, hurafelerden dinin ayıklanması, akıl ve ilimle çatışmaz olmasının gerektiğini belirtmiştir. Bütün bunlarla birlikte inancın teminatı olarak laiklik ilkesini devletin temel prensipleri arasına soktu. Laikliğin beş temel unsuru vardır. Bunlar:

  1. Din ve vicdan hürriyeti,
  2. Resmi bir devlet dininin bulunmaması,
  3. Devletin din ve mezhep ayrımı gözetmemesi
  4. Devlet kurumlarıyla din kurumlarının ayrılmış olması,
  5. Devlet yönetiminin din kurallarına bağlı olmamasıdır.[103]

İster inaçlı ister inançsız olsun, “laik” kelimesi, dinin gerektirdiği zorunlu görevlerden bağımsız ve evrensel olarak düşünüldüğünde, sadece “insan” kelimesiyle eş anlamlıdır. [104]

 1937’de, Cumhuriyet’in vazgeçilmez niteliklerinin kilit taşı demek olan laiklik ilkesinin belirlenmesi yolundaki en önemli ve son adım atıldı ve “laiklik”, 5 Şubat 1937 tarih ve 2115 sayılı kanunla Anayas’ya temel bir ilke olarak yerleştirildi. Bu ilke, 1961 Anayasası ile yürürlükteki 1982 Anayasasında da temel ilkelerden biri olmuştur. Laikliğin Anayasaya yer almasıyla Türkiye’yi çağdaşlaştıran tüm devrimlerin temeli bu zemin üzerine atılmıştır.

 Böylece daha On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı’da başlayan din işlerinin sadece ibadetler ve din hizmetlerinin yerine getirilmesi için bürokratik bir kuruma dönüştürülmesi faaliyeti, bu defa din ile devleti birbirinden ayırmak, ama Devletin vesayet ve kontrolünde tutmak, siyasetten kesin uzaklaştırmak  amacı gerçekleştirilmiş oluyordu.

 Anayasa’mızda yer alan ve  ülkemizde uygulanan laiklik, “yaygın dini tanıyan hukuk düzeni” olarak değerlendirilmektedir.

 Laiklik; “ideolojik” çatışmalar vukuunda toplumu koruyan bir kalkandır. Hukuksal anlamda laiklik; Din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrılması yani devletin din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesinde tarafsız olmasıdır. Bu düşüncenin  temeli Rönasans ve Reform hareketleridir. Siyasi anlamda laiklik; Siyasi iktidarın, dinsel kudret ve otoritesinden arındırılarak bağımsız hale getirilmesidir. Felsefi anlamda laiklik; iman ve inancın yerine aklın egemenliğini kabul eden bir inançtır.

 Laik devlette, kişiler, din ve vicdan hürriyetine, ibadet hürriyetine sahiptir. Laik devlet, fertlerin bu hürriyetlerini sağlar ve korur. Bir din veya mezhep mensıplarının başka din veya mezhep mensuplarına karşı baskı ve tahakkümünü önlemek devletin görevidir. Hiç kuşkusuz dini inanç ve kanaat özgürlüğüne devletin karışması düşünülemez. İnanç, insanın iç alemindedir. Devletin eli oraya uzanmamalıdır.

 Laik devlette, devletin siyasi yapısını, hükümet ve idarenin işleyişini, toplumun yaşayışını düzenleyen kanun ve kuralları, dini prensipler değil, akıl, mantık, ihtiyaç ve hayatın gerçekleri tayin eder. Bu yönü ile laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin devlet idaresine karışmamasıdır. Siyasi veya şahsi çıkar, nüfuz sağlamak amacıyla veya devletin sosyal, iktisadi veya hukuki temel düzenini din kurallarına dayandırmak amacıyla dinin veya din duygularının yahut dince kutsal sayılan şeylerin istismarı ve kötüye kullanılması laikliğe aykırıdır. Ayrıca, laik devlette, eğitim kurumları ve eğitimin muhtevası, din kurallarına göre düzenlenemez.

 Laiklik, dinsizlik ve din düşmalığı olmadığı gibi, Atatürk’ün laiklik anlayışı hiçbir şekilde dine karşı değildir. Atatürk’ün de dediği gibi; “…milli iradenin, insanlığa malolmuş değerlerin belki en mukaddesi olan din özgürlüğü ancak laiklik prensibine bağlanmakla korunabilir.” [105]

 Anayasamızda;

 “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… (T.C. Anayasası Md. 10.)

 Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanatlerini açıklamaya zorlanamaz. Dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz…

 Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”  (T.C. Anayasası Md. 24/1, 2, 3).[106] Denilmektedir.

 Ölülerden, cahil şeyh ve dervişlerden medet umar olmuşlardır

 Kur’an ya da İslâm, insanları bilime ve bilimin her çeşidini öğrenmeye teşvik ederken, zamanla Kur’an’dan ve İslam’dan uzaklaşılmış, böylece Müslüman ülkelerdeki insanlar bozulmuşlar ve bilimsel çalışmalar da durmuştur. Bu yüzden, devletin ve milletin ilim ve irfan yuvası olan medreseler, tekkeler ve zaviyeler zamanla önemini yitirmişler, dahası, bu tür kurumlar, asker kaçaklarına ve tembellere, sığınak, boşa ömür tüketenlere de barınak olmuşlardır.[107]

 Bunun sonucu olarak da, geçmişte her biri birer uygarlık örneği olan İslam beldeleri, zamanla harebe halini almıştır. Eskiden güçlü ve  bölgesinde  söz sahibi  olan o müslümanların torunları, zamanla sefalet bataklığına düşmüşler ve korkunç bir şekilde temelliğe doğru yuvarlanmışlardır. İslâm ülkeleri geniş bir mezaristana, müslümanlar ise canlı ve miskin birer cenazeye dönmüşlerdir. Bu dönemde insanlar artık hurafe ve bidatlara inanmışlar, ölülerden, cahil şeyh ve dervişlerden medet umar olmuşlardır.[108] Kur’an’dan ve İslam’dan uzaklaşmışlar ve basit  ilmihal (her müslümanın iman, amel ve ahlâk ile ilgili yapması gereken) bilgileriyle yetinmişlerdir.

 Sonunda, bilimsel çalışmalardan yoksun kalan Osmanlı Devleti, Batı’ya muhtaç olmuş, Batı ise, onun çökmesi için elinden geleni yapmış ve onu hasta adam ilan etmiştir. XX. Yüzyılın başlarında, varlığı ile kurumları ile zaten çökmüş bulunan ve hasta adam denilen Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşına girmekle de, sonunu hazırlamıştır.

 Atatürk, İstiklâl mücadelesinin zaferle neticelenmesinden sonra, Türk Milletinin siyasal, sosyal, ekonomik ve diğer alanlarda olduğu gibi, dini ve ilmi yönden de aklın ve çağdaş bilimin gerektirdiği şekilde ilerlemesi için önemli icraatlara girişmiştir. Ata’nın karşı çıktığı din ise, hurafelerden ve bidatlardan oluşan, akla, mantığa ve bilime yer vermeyen bir din anlayışıdır. Atatürk’ün yapmış olduğu inkılâplar, bilime ve akla uygundur. Vatanın ve milletin menfaati için yapılmıştır. Öyleyse, bilime ve akla uygun olan, vatanın ve milletin yararına yapılmış olan her şey, İslam’a da uygundur.[109]

 Unutulmamalıdır ki, Kur’an’ı Kerim’in muhatabı insandır

 İslâm, her şeyden önce insanları düşünmeye, araştırmaya, öğrenmeye ve bilgi peşinde koşmaya teşvik edip “ataları körü körüne taklit” anlayışından uzaklaşmaya çağırmakla… Onları gerçek anlamda inanmanın doruğuna ulaşabilecek ve “temel hakikat ”ın Allah olduğunu idrak edebilecek bir bilgi ve anlam dünyasına ulaştırmayı ve böyle bir dünyada adâlet ve ahlâkın egemen olduğu bir hayatın var kılınmasını amaçlamaktadır. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de (16. Nahl, 90) şöyle buyuruyor;

 “…Hiç şüphe yok ki, Allah (indirdiği bu kitapta) insanlara adaletli davranmayı, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, her türlü kötülüğü, azgınlık ve taşkınlığı ise yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size böylece öğüt verir.” Unutulmamalıdır ki, Kur’an’ı Kerim’in muhatabı insandır.

 Kur’an’ı Kerim’de;

 - İki yüz yetmiş beş kere “düşünüyor musunuz? Akıl erdirmiyor musunuz?” diye sorulmakta,

 - İki yüz yerde “düşünme ve tefekkür (zihin yorma)” emredilmekte,

 - On iki yerde “dolaşarak araştırıp ibret alma”

 - Altı yüz yetmiş yerde de “ilim ve ilme teşvik” buyrulmaktadır.[110]

 Kur’an, araştıran, sorgulayan, düşünen aydın Müslümanları kastetmektedir.

 Kur’an’ı Kerim’in, 53. Necm Suresi’nin 28nci ayetinde;

 “Onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Ancak hayal mahsulü/zanna dayalı temelsiz bilgilerin peşinden gidiyorlar. Oysa hayal mahsulü temelsiz bilgi, hak ve hakikat karşısında hiçbir değer ifade etmez.” Denilmektedir.

 Kur’an’ın, inananları kendi iradeleri ve gayretleriyle bilimsel bilgiye ulaşmaya teşvik özelliği, her şeyden önce, onun, körü kürüne inanan insanlar değil, bilgili, araştırıcı, soran, sorgulayan, düşünen ve akıllarını kullanan bir aydın mü’minler topluluğu meydana getirmek isteğinin açık delilidir. Çünkü Kur’an’a göre bilgiye dayanmayan ve dolaysıyla bilimsel bir temeli bulunmayan hiçbir açıklamanın, yorumun ya da söylentinin (7.A’râf, 52.) değeri ve gerçekliğinden söz edilemez.[111] Kur’an’ı Kerim, “düşünmek”, “tefekkür etmek”, “ibret almak” şeklinde ifade edilen akıl üzerinde ısrarla ve önemle durmaktadır.

 Dinde zorlama yoktur

 Kur’an da hükümlerini ortaya koymakta ve insanların üzerinde düşünüp taşındıktan ve akıllarını kullandıktan sonra inanmalarını isteyerek;

 “De ki: Hak, Rabbinizdendir, dileyen inansın, dileyen inkâr etsin…” (18. Kehf, 29) buyurmakta ayrıca;

 “Dinde zorlama yoktur, Doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır…” (2. Bakara, 256) denilmektedir.

 Her Müslümanın Kur’an-ı Kerim üzerinde düşünmesi ve onu kendi anlayış ve idrak seviyesine göre algılaması ve açıklaması yadırganmamalıdır. Ancak isabetli ve doğru yoruma ulaşabilmek için, delillerin bütününün ele alınması, yani Kur’an’ın tarihi bütünlüğü içinde okunması ve onun gösterdiği ana hedeften sapılmaması şarttır.[112]

 Atatürk, Kur’an-ı Kerimi anlayabilecek şekilde Arapça biliyordu

 Mustafa Kemal Atatürk, mevcut belgelerin de işaret ettiği üzere, kendi döneminin din kültürüne oldukça üst düzeyde sahip Müslüman ve dindar bir ailenin çocuğudur. İlk dini bilgileri de onlardan, özellikle annesinden almış ve onun tarafından yetiştirilmiştir…

 Mustafa Kemal’in Mahalle Mektebinden hemen sonra geçtiği ve ilköğrenimini gördüğü Şemsi Efendi Mektebi ve daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi, dönemin ciddi dini bilgiler veren öğrenim kuruluşlarıydı. Hatta daha sonra girdiği Selanik Askeri Rüştiyesi de, Manastır Askeri İdadisi de, programlarında yüksek düzeyde din bilgisi ve kültürü müfredatına sahip kurumlardı…

 Mustafa Kemal Atatürk’ün incelediği, sayfalarına notlar eklediği eserlere bakmak bile, din kültürünün seviyesini görmek ve göstermek için yeterlidir. O, bugün ancak bu alanın mütehassıslarınca takip olunan Caetani’nin İslâm Tarihi, Corci Zeydan’ın Medeniyet-i İslâmiye Tarihi gibi eserleri okumuş ve sayfa kenarlarına notlar düşmüştür

 Onun bu alandaki bilgisi öylesine sağlamdır ki, daha sonra liseler için yazdırdığı tarih kitaplarının “İslâm Tarihi” bölümünü, bizzat kendisi kaleme almıştır. Ayrıca onun, Kur’an-ı Kerimi doğrudan anlayabilecek ölçüde Arapça bildiği de anlaşılmaktadır. [113]

 Milli mücadeleyi başlatmak üzere Samsun’a hareket edeceği günü gecesi, anne ve kız kardeşlerinin hayır dualarını alarak yola çıkan Mustafa Kemal, Erzurum Kongresinde söylediği nutukta;

 “…En son olarak niyaz ederim ki, Cenab-ı Vâhibü’l-Āmâl Hazretleri, (Yüce Allah) Habib-i Ekrem (Hz. Muhammed) hürmetine, necip milletimizi muvaffak buyursun! Âmin.” [114] Demek suretiyle sözlerini tamamlamıştır.

 Siyasilerin, Allah’ın adına O’nun gücünü “din” adına paylaşması söz konusu değildir. Kader ve Alın yazısı yoktur

 İslâm dininde Allah adına O’nun gücünü ve iktidarını paylaşacak bir “din adamları” sınıfı bulunmadığı için, iktidarın yani siyasî egemenliğin “din” adına paylaşılması da söz konusu değildir.

 Dolaysıyla Kur’an’da siyasi egemenlik, yeryüzü egemenliği bütünüyle insana verilmiştir ve bu egemenlik hakkını özgür iradesi ile nasıl kullanacağını açıkça bildirmiştir.

 Hal böyle olmasına rağmen Emeviler ve sonraki idareciler, Haricilerin, Dördüncü Halife Ali İbn Ebî Tâlib’e karşı isyanlarda kullandıkları “hâkimiyet / hüküm Allah’ındır” sözünü sloganlaştırdılar. Sonra da bu iddia ile yola çıkarak kendi anlayış ve yorumlarını Allah’ın iradesi saymaya ve olup bitenleri Allah tarafından önceden belirlenmiş “kader” olarak görmeye ve göstermeye başlamışlardır. Böylece insanları aciz ve edilgen (pasif, durgun, tepkisiz) kılarak kandırdılar ve uyuşturdular.

 Oysa Allah tarafından önceden belirlenmiş bir “kader” bir “alın yazısı” yoktur. İnsanın aklı ve özgür iradesi vardır. Yapıp etmelerinden dolayı sorumlu olması da işte bu yüzdendir. Sorumluluktan kaçarak her şeyi Allah’a havale etmenin sonucu, Kur’an’da 610-632 yılları arasındaki Mekke ve Medine toplumunun ihtiyaçlarına o günün adetlerine göre belirlenmiş muâmelat… Yani dünya işlerine ait düzenlemeler, o günün şartları içindeki kendi uygulamaları ve hatta sahabe tarafından yapılmış yorumlardan oluşan bir tarihi kültür malzemesi kutsallaştırıldı, dokunulmazlık zırhına büründürüldü ve inanç alanına sokuldu. Bu ise, o dönemin yöneticilerinin dini kullanarak kendi saltanatlarını sağlama almalarının yolunu açmak demekti.

 Çünkü “Hâkimiyet Allah’ındır” iddiası ile insanları yönetmeye kalkmak, o yöneticiyi sorgulama dışında bırakmak ve gerektiğinde değiştirilmek endişesinden kurtarmak demekti. Nitekim de böyle oldu. Oysa bu anlayış ve uygulama Kur’an’ın mesajına tamamen zıt bir yaklaşımdır. Çünkü biliyoruz ki Allah, egemenlik yetkisini tek tek insana vermiş ve ondan bu yetkisini mutlaka adalet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde kullanmasını istemiştir. [115]

 Kur’an ve Hadislerin çağdaş gelişmelere göre yorumlanamaması

 Atatürk, uygarlık tarihini çok iyi incelemiş, Batı’nın Rönesans (yeniden doğuş) ve Reform (dinde yeni anlayış) hareketleri sonucu büyük bir hızla ilerleyişi ile bir zamanların görkemli devleti olan Osmanlı Devletinin çöküşündeki sosyo-ekonomik ve kültürel nedenleri çok derinden kavramıştır. Batıda bilimsel buluşlar, keşif ve icatlar birbirini kovalarken, aynı dönem içerisinde İslam dünyası ise, Kur’an ve Hadislerin çağın ihtiyaçlarına ve çağdaş gelişmelere göre yorumundan her geçen gün daha da uzaklaşmaya başlamıştır. Bu olumsuz gelişme sonucu İslam dünyası o güne kadar geliştirdiği bilim, kültür ve sanat yaşamını ulaştığı noktada durdurmak zorunda kalmıştır. [116]

 Batıya ayak uyduramayan Osmanlı ve İslam dünyası

 İslamiyet, İslam dünyasına büyük bir fikri hareket getirmiştir. 9. Yüzyılın ilk yarısında Abbasi Halifelerinin emri ile geçmiş dünya uygarlıkları incelenmiş ve bulunan bilimsel eserler Hintçe ’den, Çince’ den, Yunanca’dan, Arapça ’ya tercüme edilmiştir. Bu eserler İslam aydınlarınca okunmuş, incelenmiş ve değerlendirilmiştir. İşte bu olay, 150-200 yıl içinde İslam dünyasında Türkistan’ın öncülük ettiği büyük bir bilimsel patlamaya zemin hazırlamıştır.

 Tıp, Trigonometri, cebir, kimya, matematik, coğrafya ve gözlemevleri gibi konularda önemli başarılar elde edilmiştir. Farabiler, İbn Sinalar, el Biruniler, el Harzemiler, el Cabirler ve İbn Rüşdler hep bu hareketin bilginlerindendir. Atatürk’ün de belirttiği gibi bunlar, “İslam dünyasının medarı iftiharı olan yüksek düşünceli simalardır.”

 İslam dünyasının bu altın çağı ne yazık ki pek uzun ömürlü olmamış, 11. Yüzyıldan itibaren yükseliş ivmesi düşüşe geçmiş ve 14. Yüzyılın ikinci yarısında da duraklama dönemine girmiştir. Müteakip yüzyıllarda da devamlı bir şekilde sonu gelmeyen bir gerileme ile karşı karşıya gelmiş ve en nihayet 18. Yüzyıldan itibaren Batı’daki bilimsel gelişmelerin etkisiyle unutulmuştur. Bunun en önemli sebepleri arasında medreseler gösterilmektedir.

 Medreseler, Bağdat Nizamiye Medresesinin öncülüğünde önce kendilerini dört İslami bilimin (Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam) içine hapsetmişler, sonra müspet bilimleri faydasız bilimler kategorisine sokarak mahkûm etmişlerdir. Örneğin İmam Gazzali (1058-1111) felsefeyi reddetmiştir. Arkasından astrolojiyle birlikte astronomi İslam’a aykırı bulunmuş, sihir bilgisi kabul edilerek simya ile birlikte kimya da reddedilmiştir.

 1258’de de Bağdat’ın Moğollarca yakılıp yıkılması ve özellikle Haçlı saldırıları, İslam dünyasında siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan bir takım çalkantıların yaşanmasına neden olmuştur. İslam’ın, ilk dönemlerinden beri İslami bilimlerden sadece dini bilimleri yani Kur’an ve Hadis bilimlerinin anlaşılması gerektiğini savunan yıllardan beri fırsat kollayan gruplar, çalkantının sebebini; felsefeciler başta olmak üzere astronomiciler, astrologlar,  matematikçiler ve mutasavvıflardan kaynaklanan bir iman zayıflığına bağlamışlardı. Çaresizlik içinde bulunan siyasiler, bilim adamlarından yüz çevirmeye ve eğitim kurumlarının ders programlarından tıp hariç matematik, kimya, fizik, mantık, felsefe, biyoloji, astronomi ve astroloji gibi bilimleri kaldırmaya başladılar.

 Cebir, fizik, kimya, biyoloji, tıp ve coğrafya gibi bilimler Osmanlı Devletinde Fatih (1451-1481) ve Kanuni (1621-1566)  dönemlerinde medrese programlarında yer almıştır. Ancak bu uzun ömürlü olmamış, bu iki padişahın saltanatları ile sınırlı kalmıştır. Daha sonraki yıllarda aynı zihniyet (gerici) tekrar medreselere hâkim olmuşlardır. Taassup, cehalet ve bağnazlık yüzünden medrese ders programlarından söz konusu müspet bilimlere ait dersler çıkarılmıştır.

 İslam dünyasında hilafet ve saltanatın başlangıçtan itibaren tek kişinin elinde bulunması nedeniyle, din ve devlet işleri daima birlikte yürümüştür. Nitekim Hilafetin 1517’de Osmanlılara geçişinden itibaren hilafet ve saltanat tek kişinin yetkisine bırakılmıştır. Bunun sonuncunda dinsel sorunlar, şeyhülislam fetvalarıyla siyasetin aktif bir aracı haline getirilmiş ve din siyasallaşmıştır. Sonuçta Batı’nın tutuculuk bağlarını kırdığı bir dönemde Osmanlı’nın özgür, akılcı, ilmi düşüncelerden uzaklaştığı görülmüştür. Avrupa’da 1450’li yıllarda icat edilen matbaa, Türkiye’ye ancak 1727’de girebilmiştir.

 1575’te İstanbul’da Tophane Tepesinde Padişah III. Murat (1574-1595)  tarafından hocası tarihçi Saadettin Efendi’nin teşviki ile kurulan ilk rasathane; Şeyhülislam Ahmet Şemsettin Efendinin; ”rasathanenin günah olduğu, gökyüzünün sırlarını bulmaya çalışan devletlerin hepsi batmıştır.” şeklinde yaptığı telkinler sonucunda, 1580 yılında şeyhülislamın fetvasına dayanılarak bir gecede yıkılıp ortadan kaldırılmıştır.

 Sözü edilen fetva şöyledir;

 “…Rasat yapmaya kalmak uğursuzluk getirir. Küstahlık edip göklerin sırlarını keşfetmeye çalışmak felaket getirir. Hangi ülkede buna girişildiyse, orası mamur iken harap olmuştur.”

 Tanzimat’tan (1839-1876 modernleşme ve yenileşme dönemi) sonra yeni açılan Rüştiye mekteplerinde (ortaokul) harita ile coğrafya dersi okutulması, “coğrafya derslerinde harita göstermenin kâfir âdeti olduğu ve şeriatın buna cevaz vermediği” gerekçesiyle yasaklanmıştır. Hâlbuki Büyük Türk denizcisi Piri Reis, dünyaca ünlü haritasını 1513’te çizmiştir. 19. Yüzyılda ise coğrafya derslerinde harita göstermek dine aykırı görülmektedir.

 Duraklama ve gerilememizi İslam dinine bağlamak doğru değildir. Eğitim, Öğretim kurumlarının ders programlarından, çağdaş, ilerici, modern, akademik ilmi ve beşeri bilimlerin çıkartılması ve bu arada Kur’an ve Hadislerin çağın ihtiyaçlarına göre yorumlanmaması, İslam’ın özünden saptırılmasına sebep olmuştur. [117]

 Atatürk’e göre;“…Bütün sefaletimizin gerçek sebebi (bu)(gerici/taassup) zihniyettir. İslam âleminin toplumsal yaşamında yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, doğudan batıya İslam ülkeleri, düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret ve zincirine geçmiştir.” [118]

 SONUÇ:

 Emevilerle başlayan İslam’ı istismar etme asırlar boyu devam ettirilmiş, İslam’ın güzel prensipleri unutulmuş, Müslüman ülkeleri geri kalarak Hıristiyan devletlerin esaretine düşmüşlerdir. İşte bu ana sebep dolaysıyla Atatürk, dinin siyasetten ayrılmasını ve güzel prensiplerinin doğru olarak öğrenilmesini ve manevi duygularımıza katkıda bulunmasını istemiştir.

 Vicdan hürriyetine asla müdahale edilmemelidir. Her insan, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendisine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, mensup olduğu dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahip olmalıdır.

 İslam dini bu kadar yüksek ve ilerlemeyi seven din olsun da biz Müslümanlar, milletler ve topluluklar içinde en geride kalalım olabilir mi? İslâm dini; bilgiye, kültüre, gelişmeye, ilerlemeye uygun olan ve buna cevaz veren yüksek bir dindir. Ancak bu dini kendi menfur emellerine uygun olarak kullanmak isteyen sahte din adamlarına, yobazlara, hurafe üreten kişilere ve gericilere meydan verilmemelidir.

 Atatürk; Nutuk’ta ki açıklamalarıyla, söylev ve beyannameleriyle, söz ve davranışlarıyla, inanan bir Müslüman olduğu, Allah’a ve Peygamber’e inandığı, Kur’an’a saygı duyduğu ancak dinin, yönetime karışmasını ve siyasi istismar konusu yapılmasını karşı olduğu anlaşılmaktadır. Onun Kur’an-ı Kerimi anlayacak kadar Arapça bildiği de göz önünde bulundurulursa dini konularda uzmanlığı daha iyi anlaşılacaktır.

 Kendilerini “dindar” olarak niteleyen ancak dini bilgilerden yoksun ve laikliği dinsizlik sayan cahil ve gerici kesim; Mustafa Kemal Atatürk’ün, İslam dini hakkında son derece müspet, ıslah ve ihya edici tavrını görmeye, araştırmaya ve anlamaya yanaşmamışlardır. Atatürk’ün çok iyi niyetle yapmak istediklerini, onun İslam hakkındaki saf, temiz ve berrak anlayışını kavrayamamışlardır.

 Atatürk’ün ve genelde Cumhuriyet Dönemi din siyasetinin temeli kesinlikle dinsizlik değildir. Din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi de laikliktir. Amacı da İslamiyet’i yok etmek değil, tam aksine özü itibariyle lâyık olduğu ulvî mevkiye yücelterek siyasetin çıkar oyunlarından uzak tutmak, devlet işlerinden ayırmak ve en önemlisi de dini kullanarak masum kitleleri tuzaklarına düşürmeye çalışan sahte dincilerin oyunlarını boşa çıkarmaktır.

 Atatürk’e göre; laiklik ilmi olmaktır. Dini, devlet işlerine siyasete karıştırmamaktır. Dinin bir takım siyasetçiler veya softalar ve din simsarları elinde bir çıkar aracı olmasına kesinlikle engel olmaktır. Kimseyi inançlarından dolayı kınamamaktır. Kimseyi inanmaya ve ibadete zorlamamaktır.

 Laiklik; “ideolojik” çatışmalar vukuunda toplumu koruyan bir kalkandır. Hukuksal anlamda laiklik; Din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrılması yani devletin din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesinde tarafsız olmasıdır. Bu düşüncenin  temeli Rönasans ve Reform hareketleridir. Siyasi anlamda laiklik; Siyasi iktidarın, dinsel kudret ve otoritesinden arındırılarak bağımsız hale getirilmesidir. Felsefi anlamda laiklik; iman ve inancın yerine aklın egemenliğini kabul eden bir inançtır.

 Atatürk, büyük cesaret ve ileri görüşlülükle başlattığı inkılâp hamlesi ile birlikte, yüce dinimizi, içine düşürüldüğü uçurumdan çekip çıkararak hak ettiği “ulvi mertebeye” yükseltmiştir. Dini, bilhassa siyasi ve dünyevi bir menfaat vasıtası olarak kullanmak isteyen zihniyetin temsilcileri ile amansız bir mücadeleye girişmişti.

 Din, İslâm ve Allah ve Peygamber hakkında beslediği samimi inancına rağmen Atatürk ve kurduğu Cumhuriyet rejimi; dini, siyasi ve dünyevi bir çıkar aracı olarak kullanmak isteyen zihniyetin temsilcilerinin hedefi olmuştur. Günümüzde de bu gerici, taassup ve yobaz zihniyetli kişi ve cemaatler; Hilafet ile tekke ve zaviyeleri yeniden faaliyete geçirmek, Cumhuriyet rejimini ortadan kaldırıp dine ve şeriata dayalı İran, Suudi Arabistan, Afganistan ve Malezya gibi bir din devleti kurmak, menfur ve karanlık emellerini gerçekleştirmek istemektedirler.

 Geçmişten bugüne şeriata yönelik din devleti kurmak isteyen bu gibi çağdışı, gelişmeye ve yenilikçi hareketlere, modern ilme düşman, gerici… Dindarlığı kıyafette, sakalda, giyim ve kuşamda arayan zihniyetli yöneticiler; Kur’an-ı Kerimi de kullanarak “Allah’ın takdiri”, “takdiri ilahi” ,”Peygamberin emri”, “Din elden gidiyor”, “memleket kâfirleşti” gibi yalanının arkasına sığınarak yüzyıllar boyu dokunulmazlık zırhına bürünerek saf Müslümanları sömürmüşler onları menfur emellerine alet etmişlerdir. Halen de etmektedirler.

 Kur’an, insanı ısrarla her hususta aklını kullanmaya, evrenin sırlarını çözmeye, dengesini bozmadan evrene egemen olmaya, olayları ve olguları sormaya, sorgulamaya, üzerinde düşünmeye ve yeni şeyler üretmeye çağırır.

 “Halife” kavramının Hz. Peygamber’in vefat ettiği 632 tarihinden Hz. Ömer’in vefat ettiği 644 tarihine kadar sahip olduğu anlamın, bu tarihten sonra ciddi bir anlam değişikliğine uğratılarak inanç esaslarıyla ilgili dini bir muhtevaya büründürülmesi ve dolaysıyla kutsallık kazandırılması… Hem İslâm, hem dini düşünce tarihi, hem de İslâm ülkeleri için daima olumsuz bir tablo oluşturmuştur. Atatürk’te biliyordu ki, “hilafet” daha baştan itibaren dini değil, tam anlamıyla siyasi ve beşeri bir iştir.

 Hz. Peygamber, kendinden sonra toplumun işlerinin nasıl yürütüleceğine ve yerine kimin geçeceğine, kısaca İslâm toplumunun yönetim biçimine dair herhangi bir şey söylememiş veya en küçük bir imâ ve işarette dahi bulunmamıştır. Çünkü kendisinden sonra bir nebî veya resûl de gelmeyecekti. O halde, o da, Arap geleneğine uygun olarak yeni bir önderin belirlenmesi için kapıyı açık bırakmıştı.

 Yöneticilerin kendilerini sorumluluktan kurtarmak ve dokunulmazlık kazanmak için çalışmaları, Allah’ın iradesinin sonucu olarak görmeleri, bir zihniyet sapmasıdır. İslâm mesajına aykırı bir tutum ve davranıştır. Açıkça bir ilâhlık iddiasıdır. Diğer yandan bu çürük ve menfi zihniyet, tıpkı halifelerin ya da yöneticilerin kendilerine yapıldığı gibi takipçiler dediğimiz kişiler arası ilişkilere de değişmezlik ve dokunulmazlık vasfı kazandırılmasına sebep olmuştur.[119]

 Hilafetin kaldırılması, özellikle 30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine (kapanma) ve Türbedarlık ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına (yürürlükten kaldırma) Dair Kanun’un kabulünden sonra… Şeyh Sait Ayaklanması (13 Şubat – 31 Mayıs 1925)  ve daha sonraki Menemen (Kubilay) [120] (23 Aralık 1930) Olayında görüldüğü gibi Doğu ve Güneydoğu ve Batı Anadolu’da çok ciddi ve ürkütücü etnik ya da dini ayaklanmalar meydana gelmiştir. Yukardaki kanunların yürürlüğe girmesiyle birlikte, bu uygulamalar; isyancılar tarafından memleketin dinsizleştirilmesi ile ırk, din ve mezhep ayrımcılığı olarak görülmüş ve isyancılar hep bu iddia üzerinden yürütülmüştür.

 Türkiye, dini siyasete alet eden politikalardan, cemaatlerden çok çekmiştir. Halen de çekmektedir. Din işlerinin cemaatler eliyle yürütülmesinin büyük felaketlere sebep olduğu 15 Temmuz 2016 darbesi ile görülmüştür. Her Müslüman, Allah karşısında aynı hak ve aynı yetkilere sahiptir. Din görevlerinin, dini hizmetleri yürütme ve halkı din bilgileri açısından aydınlatmanın dışında, din adına, İslâm adına bağlayıcı ve emredici hiçbir yetkileri yoktur.

 Duraklama ve gerilememizi İslam dinine bağlamak yanlıştır. Çağdaş Eğitim ve Öğretim kurumlarının ders programlarından çıkarılması, bu arada Kur’an ve Hadislerin çağın ihtiyaçlarına göre yorumlanamaması, İslam’ın özünden saptırılmasına sebep olmuştur. Böylece din adına ortaya hurafelerle dolu bir zihniyet çıkmıştır.

 Dine karşı gerçek saygının ancak laik devlet düzeninde gerçekleşebileceği unutulmamalıdır. Devletin laik olması vatandaşın dindar olabilmesinin bir imkânı ve garantisidir. Atatürk, “Laik Hükümet tabirinden; dinsizlik manasını çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır.” Diyerek uyarıda bulunma gereğini duymuştur.

 Ayrıca Atatürk; “Laiklik yalnız din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Laiklik bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül (kefil olma) etmektir.” Demiştir.

 İrticanın en büyük silahı dinin istismarı, din duygusunun sömürülmesidir. İslam tarihine baktığımızda dinden politik çıkar ya da maddi kazanç sağlamak isteyenler daima toplumun inançlarını sömürmüşlerdir.

 Atatürk, akılcı, ileriyi gören, toplumunu ve dünyayı doğru okuyan, ne yaptığını bilen bir devlet adamıdır. Dine, dini değerlere değil, hurafeciliğe ve din istismarına karşıdır. Bu da din düşmanlığı değil gerçek dindarlıktır. Laiklik asla dinsizlik değildir. Atatürk’te de dinsiz değildir.

 

Yazan: İzzettin ÇOPUR
.(E) Tnk. Kd. Alb.

 

 

KAYNAKLAR:

 1- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, TBMM’nde ve Cumhuriyet Halk Partisi Kurultaylarında (1906-1938), Ankara, 2006, Hazırlayanlar; Prof. Dr. Ali Sevim, Prof. Dr. İzzet Öztoprak, Prof. Dr. M. Akif Tural.

 2- Kemal Atatürk, NUTUK (1919-1927); Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2000, Hazırlayan; Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Cumhuriyet Halk Partisinin 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında toplanan İkinci Büyük Kongresinde söylenmiştir.

 3-Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Belgeler ve Görüşler, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2005,  Hazırlayanlar; Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna.

 4- Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2006, Hazırlayanlar; Prof. Dr. Ali Sevim, Prof. Dr. İzzet Öztoprak, Prof. Dr. Mehmet Akif Tural. 

 5-Genelkurmay Başkanlığı; Atatürkçülük, C.I, İstanbul 1984,

 6- TBMM. Zabıt Ceridesi; VII, 3.3.1340 (1924), s. 58-60, Geniş bilgi için bkn. Hazırlayan ve Sadeleştiren Prof. Dr. Reşat Genç; Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Ankara-1998, s. 147-151.

 7- Atatürk’ün Anafartalar Muharebesine Ait Hatıraları; Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1934.

 8- Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-2002.

 9 - Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; “Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin Milli Mücadele ve Atatürk İnkılapları Karşıtı Tutum ve Davranışları” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 39,

 10 - Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; “Ulusal Bağımsızlık Savaşında Milli Varlığa Düşman Cemiyetlerden Teali-i İslam’ın Bir Bildirisi”, Tarih ve Toplum, Sayı: 102,

 11- Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Milli Mücadelede Din Adamları I, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1997,

 12 - Afet İnan; M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, İstanbul 1971,

 13 - Ahmet Mumcu; Atatürk’ün Kültür Anlayışında Vicdan ve Din Özgürlüğünün Yeri, Ankara-1991,

 14 - Cemal Kutay; Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevi Mimarları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara-1973,

 15 - Dücane Cündioğlu; Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, Kitapevi Yayınları, İstanbul, 1998,

 16 - Prof. Dr. Enver Ziya Karal; Atatürk’ten Düşünceler, İş Bankası Yayınları, Ankara, 1969,

 17- Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk ve Din, Milli Eğitim, Ankara, 1981,

 18- Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012,

 19 - Hamza Zülfikar; “Atatürk’ün Balıkesir Hutbesi”, Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1999,

 20 - Henri Pena-Ruiz; Laiklik Nedir? Çev. Ümran Derkunt, İstanbul, Gendaş A. Ş. 2007,

 21 - İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1965,

 22 - Kılıç Ali; Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Yayınları, İstanbul 1955,

 23 - Mazhar Müfit Kansu; Erzurum’dan Ölümüne Kadar Mustafa Kemal ile Beraber, C.I, TTK Yayınları, Ankara 1988,

 24 - Neda Armaner; “Atatürk-Din ve Laiklik”, Atatürkçülük (İkinci kitap), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1983,

 25 - Prof. Dr. Ramazan Boyacıoğlu; “Beyanü’l – Hak’ta Ulema, Siyaset ve Medrese”, Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, II, Sivas 1998, II,

 26 - Sadi Borak; Atatürk ve Din,

 27 - Süleyman Ateş; Kur’an’ı Kerim ve Yüce Meali, Ankara, 1980,

 28 - Selahattin Tansel; Mondros’tan Mudanya’ya kadar; c. I, 1973,

 29 - Şemsettin Günaltay; “Atatürk’e Ait İki Hatıra”, Ülkü Dergisi, C.9, Sayı:100, 1945,

 30 - Turhan Olcaytu; Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk Ne Yaptı? Ajans Türk Basını ve Basım A.Ş. Ankara, 1998,

 31 - Prof. Dr. Turhan Fevzioğlu; Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1999,

 32 - Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri; Ankara, 1971,

 33 - Vehbi Tanfer; “İrtica Olayları Karşısında Atatürk”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. VI, Sayı: 17, Mart 1990,

 34 - Yücel Özkaya; “Ulusal Bağımsızlık Savaşı Boyunca Yararlı ve Zararlı Dernekler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 10,

 35 - Zübeyir Kars; Milli Mücadelede Kayseri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993,

 Gazeteler:

 Hâkimiyeti Milliye; 28 Nisan 1920,

 Hâkimiyet-i Milliye, 5 Mayıs 1920, nr. 27; Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet, s. 305,

 İnternet:

 https://tr.wikipedia.org//wiki//Fahrettin Altay,

 https://tr.wikipedia.org/wiki/Türkçe ezan,

 https://tr.wikipedia.org/wiki/İsmail Hakkı Tekçe,

 https://wikipedia.org//Ahmet.Hulusi Efendi,

 https://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa Sabri Efendi,

 https://tr.wikipedai.org/wiki/Hafız İbrahim Demiralay,

 https://tr.wikipedia.org/wiki/Teke,

 https://tr.wikipedia.org/wiki/Tanzimat,

 https://tr.wikipedia.org/wiki/VI.Mehmed

 https://tr.wikipedia.org/wiki/Amasya Genelgesi

 https://tr.wikipedia.org/wiki/Sivas-Kongresi

 www.hurriyet.com.tr.Haberler,

 www.ahmetakyol.net/milli-mücadele-de-din-adamaları,

 www.golpazar.com/makale.hthm,

 www.sosyalbilgiler.gen.tr

 www.ataturk.net/mmuc/erzurum.html

 www.atam.gov.tr/nutuk/erzurum-kongresinin bildirisi ve kararları

 www.ataturk.net/mmuc/sivas.html.

 www.golpazar.com/makale.html.

 www.izzettincopur.com.

 


 

[1] Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 268, (Yeni Başkent Gazetesi, 19 Kasım 1997, Yıl:14, Sayı:156

 [2] Atatürk’ün Anafartalar Muharebesine Ait Hatıraları; Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1934, s. 16, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 35.

 [3] Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri; Hazırlayanlar: Prof. Dr. Ali Sevim, Prof. Dr. İzzet Öztoprak, Prof. Dr. Mehmet Akif Tural, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2006, s. 146-147, T.İ.T.E. Arşivi:38/4331.

 [4] Sahibi Şeriat; Şeriata sahip çıkan, şeriatta din kurallarının koruyucusu.

 [5] Mehdi-i Muntazar; Beklenen Mehdi. Dini anlayışa göre kıyamet kopmadan önce insanları doğru yola getirmek üzere Tanrı tarafından gönderileceği kabul edilen kimse.

 [6] Nutuk (1919-1927); Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 236-237, https:tr.wikipedia.org/wiki/Hart-Olayı.

 [7] Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri; Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2006, s. 275-276, T.İ.T.E.Arşivi (Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivi):37/40854.

 [8] Hâkimiyeti Milliye; 28 Nisan 1920, s. 1, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 218.

 [9] Nutuk; Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 385-386.

 [10] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C. I, s. 246-247, (1 Mart 1922, üçüncü toplanma yılını açarken),

 [11] Hülâgû (D. 1217 - Ö. 1276); Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın torunu, İlhanlı Devlet’inin kurucusu,  Bağdat’ta 1258’de Abbasi Halifesi Mu’tasım’ın ordusunu yenerek Bağdat’tı ele geçirdi ve Halife Mu’tasım’ı idam ettirdi. Böylece 508 yıllık Abbasi Devleti son buldu. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Abbasi.)

 [12] Nutuk; Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 467-469.

 [13] Kemal Atatürk, Nutuk, İstanbul, 1961, III, s. 1241, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C.I, s. 288-289,Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 27-28.

 [14] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C. III, S. 72, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 18.

 [15] Padişah Sultan Vahdettin (VI. Mehmet) (D. 14 Ocak 1861- Ö.16 Mayıs 1926); Babası Sultan Abdülmecid, Annesi Gülüstü Hanım. Kendinden önce tahta geçen V. Murat, II. Abdülhamid ve V. Mehmed Reşat’ın küçük kardeşidir. Saltanatı: 3 Temmuz 1918- 1 Kasım1922, Osmanlı İmparatorluğu’nun 36. Ve son sultanı ve 114. İslam halifesidir. 1917 Aralık ayında yaveri Mustafa Kemal Paşa eşliğinde beş haftalık Almanya seyahatine çıktı. 3 Temmuz 1918’de Sultan Reşat’ın ölümü üzerine 57 yaşında tahta çıktı. Saltanat’ lığı sırasında, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi ve 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması imzalandı. Padişah Vahdettin, Milli Mücadeleye karşı İngilizlerle birlikte hareket etti. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında idam kararını onayladı. 1 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi, çıkardığı iki maddelik bir kanunla saltanatı kaldırdı. 17 Kasım 1922 sabahı Padişah Vahdettin, küçük oğlu Mehmet Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayından bir kayığa binerek Boğaziçi’ne demirlemiş olan HMS adlı İngiliz zırhlısı ile Malta’ya gitti. İngilizler Vahdettin’in İngiltere’ye gelmesini kabul etmediği için devrik padişah bir süre Malta’da kaldı. 1922 sonunda Hicaz Kralı Hüseyin’in daveti üzerine hacca gitti. 20 Nisan 1923 kadar Hicaz’da kaldı. İngiltere’nin baskısı üzerine buradan ayrıldı. Bir süre İtalya’nın Cenova kentinde yaşadı. 11 Haziran 1923’te San Remo (İtalya) kasabasında kiralanan bir villaya taşındı. Vahdettin 16 Mayıs 1926’da San Remo’da vefat etti. Cenazesi Şam’a getirilerek Sultan Selim Camii kabristanına defnedildi. (https://tr.wikipedia.org/wiki/VI.-Mehmed)

 [16] Nutuk; Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 469-470.

 [17] Abdülmecit Efendi (D. 29 Mayıs 1868 - Ö. 23 Ağustos 1944); Sultan Abdülaziz’in ortanca oğlu olarak 29 Mayıs 1868’de İstanbul’da doğdu. 19 Kasım 1922’de TBMM’de halife seçildi. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilince hilafet ve halifenin durumu gündeme geldi.  TBMM’nin 3 Mart 1924’te ki son oturumunda Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşı tarafından verilen bir önerge ile halifeliğin kaldırılması istendi.  Osmanlı hilafetine resmen son veren 431 sayılı kanunun kabul edildiği 3 Mart 1924 tarihine kadar “halife” ünvanını taşıdı. Tarihe “Son Osmanlı Halifesi” olarak geçmiştir. Aynı kanunla hanedan üyelerinin yurt dışına çıkarılmasına kararı alındı. Osmanlı hanedanının tek ressam üyesidir. 23 Ağustos 1944’de sürgünde bulunduğu Paris’te kalp krizinden öldü. Cenazesi öldükten on yıl sonra Medine’ye nakledilerek Cennetül-Bâki Mezarlığına defnedilmiştir. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Abdülmecit-halife)

 [18] Nutuk; Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 471-474.

 [19] Nutuk; Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2000, s. 479-483, Nutuk; II, s. 708, Enver Ziya Karal; Atatürk’ten Düşünceler, Ankara, 1969, s. 72.

 [20] Nutuk; Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 489-491.

 [21] Nutuk; Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara – 2000, s. 506.

 [22] Egeli, Münir Hayrettin; Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, s. 70

 [23] Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri; IV, S. 480-481

 [24] Bakara (2), s.256

 [25] Maide (5), 99 Krş. AL-i İmrân (3), 20; Nahl (16), 35, 82; Nur (24), 54, Ankebut (29), 18; Gaşiye (88), 21-22, Ahmet Vehbi Ecer; Yrd. Doç. Dr. Atatürk’ün Din ve İslâm Dini hakkında Görüşleri, Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, Ankara, 2005, s. 214

 [26] Söylev ve Demeçler; II, s. 90, Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk ve Din, Milli Eğitim, Ankara, 1981, s. 134-135

 [27] Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk ve Din, Milli Eğitim, Ankara, 1981, s. 135, Atatürk’ün İslâm’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, s. 246 (Prof. Dr. Fahri Kayadibi; Atatürk’ün Dini Yönü ve Din Eğitimine Bakışı)

 [28] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C.III, Ankara-1981, s. 570, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 61-62 ile s. 96. Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 21-29.

 [29] Kılıçzade Hakkı (1872-1959); 1898’de Topçu Harbiye’sinden mezun oldu. Tabur Komutanlığı ve 1903’te 3. Ordu İstihbarat Başkanlığı yaptı. Dini yazılar sebebiyle mahkeme kararıyla ordudan atıldı. İzmit ve Muş Milletvekili oldu. Bkz. Cemal Kutay, Türkçe İbadet, İstanbul, 1997, 303-307, Arar.112

 [30] İsmail Arar; Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, İstanbul 1997, s. 60, Atatürk’ün İslâm’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, Ankara 2005,  Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi Ecer; Atatürk’ün Din Ve İslâm Dini Hakkındaki Görüşleri s. 220-221

 [31] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; II, s. 70-71 ( Atatürk’ün, 22 Ocak 1923 günü Bursa’da Şark Sinemasında Halkla yaptığı Konuşma), Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971, s. 210

 [32] Ruhbanlık; Ruhban sınıfı, başta Hristiyanlık olmak üzere belirli bir din bünyesinde din adamlığını meslek olarak icra eden tüm kişiler. Ruhban, insanlardan uzaklaşıp riyazata (nefsi terbiye etmek) çekilerek dünya zevklerini terkeden, evlenme, ev-bark edinme gibi nimetlerden vazgeçen ve kendini aşırı bir şekilde ibadete veren kişiler anlamına gelir. İsa’nın ölümünden sonra, gördükleri baskı ve zulüm sebebiyle bir kısım Hristiyanlar toplumsal hayattan soyutlanarak, edindikleri özel mekânlara çekilmişler ve kendilerini ibadete adamışlardı. Bu uygulama zamanla bir yaşayış biçimi olarak Hristiyanlık bünyesinde yerleşti. (sınıfı)

 [33] Atatürk’ün Bütün Eserleri; C.II, s. 90, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C II, s. 94, Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Ankara: TDV Yay. 2002, s.18-19, Sadi Borak; Atatürk ve Din, İstanbul-1962, s.33, Hâkimiyeti Milliye; 21 Mart 1923, İsmail Yakıt; Atatürk ve Din, İsparta-2002, s.19-21, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 56-62, Atatürkçülük; I, s. 455, Osman Ergin; Türk Maarif Tarihi, 5/1736, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; II, s. 94.

 [34] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 2, s.56-57, Sadi Borak; Atatürk’ün Resmi Yayınlarına Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleyişleri, Ankara: Halkevleri Enstitüsü Araştırma Yay. 1980, s.162, Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-2002,  s. 19.

 [35] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 54-55-60, Atatürk’ün Söylev ve demeçleri; C. II, s. 90.95.96, Atatürk Diyor ki; M.E. B. 1980, s.62, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; s. 51,52.

 [36] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C.II, s. 98 -100 ( Atatürk’ün, 7 Şubat 1923 günü Balıkesir’de Zağnos Paşa Camii’nde halkıyla yaptığı konuşma), Sadi Borak; Atatürk ve Din, s. 29, Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna; Ankara 2005, s. 223-224, Genel Kurmay Başkanlığı; Atatürkçülük, İstanbul 1984, I. s. 455. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din adamları, Ankara: TDV Yay. 2005 (6.Bs.), 98-99, s. 92-94 (Ankara, 2002), Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din Ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 51-52. Hamza Zülfikar; “Atatürk’ün Balıkesir Hutbesi”, Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1999, s. 21-24.

 [37] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; II, s. 132 (Atatürk’ün, 16 Mart 1923 günü Adana esnaflarıyla yaptığı Konuşma),Sadi Borak; Atatürk ve Din, s. 33, Enver Ziya Karal; Atatürk’ten Düşünceler, Ankara, 1969, s. 61-66

 [38] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C. II, s. 131, (Atatürk’ün, 16 Mart 1923 günü Adana Esnaflarıyla yaptığı konuşma), Atatürk’ün İslam’a bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, Ankara, 2005, s. 203 ile s. 238-239 (Prof. Dr. Fahri Kayadibi; Atatürk’ün Dini Yönü ve Din Eğitimine Bakışı)  ve Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971, s. 209-210, Atatürkçülük; I. s.455, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 60-61.

 [39] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C. II, s. 143 -149, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara – 2002, s. 21,36, 76-77, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 57-58, Sadi Borak; Atatürk ve Din, s. 36-37.

 [40] Hâkimiyeti Milliye; 26 Mart 1923 tarihli nüshası, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; II, 148-150, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din Ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 59, Prof. Dr. Ali Koyuncu; s. 76-79.

 [41] TBMM. Zabıt Ceridesi; VII, 3.3.1340 (1924), s. 58-60, Geniş bilgi için bkn. Hazırlayan ve Sadeleştiren Prof. Dr. Reşat Genç; Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Ankar-1998, s. 147-151.

 [42] Nutuk; Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 571-573.

 [43] Nutuk; Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 573-574.

 [44] Türkiye içindeki bütün bilim ve öğretim kurumlarıyla, bütün medreselerin Milli Eğitim Bakanlığına bağlanması.

 [45] İ. Ilgar; “Atatürk, Laiklik, Din ve Devrim”, Atatürk, Din ve Laiklik, s. 154, Sadi Borak; Atatürk ve Din, s. 36-37, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C.I, s. 348-349, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 21-22. (TBMM’nin ikinci dönem birinci toplanma yılını açarken, 1 Mart 1924)

 [46] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; II. s.217-218

 [47] Atatürk, Nutuk, 473 vd. 479 vd. 571 vd. Prof. Dr. Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din Ve laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 80-81.

 [48] Nutuk; Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 575.

 [49] Sadi Borak; Atatürk ve Din, s. 64, Atatürk’ün İslam’a Bakışı; s. 247-248 (Prof. Dr. Fahri Kayadibi; Atatürk’ün Dini Yönü ve Din Eğitimine Bakışı)

 [50] Tekke; Tarikattan olanların barındıkları, ibadet ve tören yaptıkları yer, dergâh gibi yapılardır. Birden çok mekândan oluşanlarda ise tarikat etkinliği daha geniş ve süreklidir. Böyle tekkelerde, genellikle şeyhin ailesi ile oturduğu ayrı bir yapı, dervişlerin sürekli ya da geçici olarak barındıkları yapılar, aşevi, çamaşırhane, hamam gibi yerler ve tarikata bağlı kişilerin toplanıp ayin, sohbet ya da zikir denilen törenlerini düzenledikleri ayrı bir mekân bulunur. Türkiye’de 1925’te çıkarılan bir yasa ile tekkeler kapatılmış, tarikat etkinlikleri yasaklanmıştır. Bazı önemli Tekkeler; Abdal Musa Tekkesi (Elmalı-Antalya), Aziz Mahmut Hüdai Tekkesi (Üsküdar), Emir Şeyh Yakup Tekkesi (Reşadiye-Tokat), Hacı Bektaş’ı Veli Tekkesi (Nevşehir), Piri baba Tekkesi (Merzifon) gibi Tekkeler.   (https://tr.wikipedia.org/wiki/Teke

 [51] Mustafa Selim İmece; Atatürk’ün Şapka devriminde Kastamonu ve İnebolu Seyahatleri, s. 68, (1925)

 [52] Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Belgeler ve Görüşler, Hazırlayan Prof. Dr. Mehmet Saray ve Ali Tuna, Ankara, 2005, s. 42-44 ile Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; II, s. 217-218 ile s. 224-225, ( Atatürk’ün, Kastamonu’da yaptığı ikinci bir konuşma, 30 Ağustos 1925) ve Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1969, s.73

 [53] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din Ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 90, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; s. 99-105,  Dücane Cündioğlu; Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, Kitapevi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 141-160, Süleyman Ateş; Kur’an’ı Kerim ve Yüce Meali, Ankara, 1980, s. XII,

 [54] İsmail Kara; Cumhuriyet Türkiye’nde Bir Mesele Olarak İslâm; 1, İstanbul, Dergâh Yay. 2008, s. 30, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 92-93.

 [55] Muallimler Birliği Mecmuası; Yıl:1, Sayı:4’ten Beyza Bilgin, “Türkiye’de Din Eğitimi”, Ankara, 1980, s. 45.

 [56] Ali Rıza Ünal; “Atatürk Hakkındaki Anılarım”, Türkiye Harp Mahlûlü Gaziler Dergisi, Sayı: 158, 1969, s. 23. (Atatürk’ün Hz. Muhammet hakkında düşüncesi, 1926), Genel Kurmay Başkanlığı; Atatürkçülük I.  İstanbul 1984. s. 455, Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri; Ankara, 1971, s. 208.

 [57] Nutuk-Söylev; II. Cilt, Ankara, T.T.K. Yayınları, 1989, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s. 106-108.

 [58] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din Ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 6,7.

 [59] Kılıç Ali; Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Yayınları, İstanbul -1955, s. 57, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din Ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 95. Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 27,47, 228.

 [60] Afet İnan; M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971, s. 85-86, s. 98, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, nkara-2012, s. 96.

 [61] Ömer Kürkçüoğlu ve Arkadaşları; Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Ankara, 1989, 1-2.26; T.Z.Tunaya, Atatürk’e halifelik teklif edildiğini ve O’nun cevabını şöyle anlatır:

 “Hilâl-ı Ahmer (Türk Kızılay’ı) adına Hindistan’da bulunan bir heyetin başkanı Rasih (Kaplan) Hoca, Mısır’a uğrayarak Ankara’ya gelmişti. İslâm Dünyasının özlemini dile getirdiği kanısındaydı. “Ehl-i İslam”, Atatürk’ün halife olmasını istiyordu. Rasih Efendi’yi bu duruma tebliğe memur etmişler. Mustafa Kemal’in cevabı tarihsel değer taşır: ‘Konusu, anlamı olmayan efsaneli bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?’ Cevap aynı zamanda bir siyasal ahlak dersidir.” Tarık Zafer Tunaya; Devrim Hareketleri İçinde Atatürkçülük, İstanbul 1997, 118

 [62] Şemsettin Günaltay; “Atatürk’e Ait İki Hatıra”, Ülkü Dergisi, C.9, Sayı:100, 1945, s.3’ten “Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri,” s. 229-230. Kemal Arıburnu; Atatürk’ten Hatıralar, Ankara 1976’dan, A. Vehbi Ecer; a.g.m. “Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik,” 127. Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din Ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 50, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 224.

 [63] Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi; Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Semineri Tebliğleri; 9-11 Kasım 1967, Ankara 1972, s. 53-54’den naklen Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, s. 54-55, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 26,119, 222,228,  Cenk Koray; Atatürk ve Din, Altın Kitaplar, İstanbul 1997, s. 33-34, Kılıç Ali; Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Yayınları, İstanbul 1955, s. 116.

 [64] Osman Ergin; Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, V. 1901, Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, Ankara 2005, s. 217, Sadi Borak; Atatürk ve Din, s. 38, Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara-1971, s. 212.

 [65] Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar; Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, Ankara 2005, s. 228-229 ile Osman Ergin; Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 5/1950,

 [66] Abdülkadir İnan; “İki Hatıra”, Türk Dili Dergisi, TDK Yayınları, Sayı:74, (1957), s. 66, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 34.

 [67] Dücane Cündioğlu; Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, Kitapevi Yayınları İstanbul 1998, s. 105, Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, Ankara 2005, s. 226

 [68] Arapça ezan yasağı 16 Haziran 1950 tarihinde kaldırıldı. Bkz. Gotthard Jaschke; Yeni Türkiye’de İslamlık, Çev. Hayrullah Örs, Ankara 1962, s. 46-47

 [69] Atatürkçülük; I. s. 111, Ahmet Mumcu; Atatürk’ün Kültür Anlayışında Vicdan ve Din Özgürlüğünün Yeri, Ankara-1991, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; s. 45-46, 119.

 [70] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C. II, s. 423, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din Ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 37.

 [71] Nedim Sabaî; Atatürk, (Urduca Yayınlarda) A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, A. Ü. Basımevi, s. 102, (Trc. Prof. Dr. Harif Faruk)

 [72] Atatürk Söylev ve Demeçleri; C. II, s. 221, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; s. 120.

 [73] Atatürk’ün söylev ve demeçleri; C. II, s. 67, Atatürk’ün Söylev ve Demeçler; C. II, s. 250,

 [74] Vehbi Tanfer; “İrtica Olayları Karşısında Atatürk”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. VI, Sayı: 17, Mart 1990, s. 307, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; s. 116.

 [75] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C. II, s. 67, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; s. 118.

 [76] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C. II, s. 92,

 [77] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C. III, s. 95, Prof. Dr. Ali Koyuncu; s. 118-119.

 [78] Fahrettin Altay; Atatürk, Din ve Laiklik, “Dindar Atatürk”, s. 127 (12 Ocak 1880-25 Ekim 1974, Türk Kurtuluş Savaşı kahramanlarından asker ve siyasetçi. Dumlupınar Meydan Muharebesi sonrası Yunan Ordusu’nun geri çekilmesini sağlayarak İzmir’e giren ilk Türk süvarilerinin komutanıdır. 12 Ocak 1880 tarihinde Arnavutluk’un İşkodra kentinde doğdu. Babası Piyade Albayı İzmirli İsmail Bey, annesi Hayriye Hanım’dır. Mardin’de tamamladığı ilköğretimin ardından askeri rüştiyeyi ‘Orta Okul’ Erzincan’da, askeri idadiyi ‘Lise’ ise Erzurum’da bitirdi.1897 yılında girdiği İstanbul Harp Okulu’ndaki öğrenimini 1900 yılında birincilikle tamamladıktan sonra Harp Akademisi’ne girdi. Bu okuldaki öğrenimini 1902 yılında tamamladı ve meslek yaşamına başladı. İlk görev yeri Dersim ve çevresinde 8 yıl görev yaptı. 1905 yılında kolağası ‘Kıdemli Yüzbaşı’, 1908 yılında Binbaşı rütbesine yükseldi. II. Balkan Savaşı sırasında Çatalca Aşiret Süvari Tugay’ının başında görev yaptı. Edirne’ye kadar gelen Bulgar Ordusu’nu püskürttü.

 1. Dünya Savaşı başladığında 3. Kolordu Kurmay Başkanıydı. Çanakkale Cephesinde savaştı. Bu görev sırasında ilk defa Mustafa Kemal ile tanıştı. Çanakkale Savaşı’ndan sonra kılıçlı altın liyakat ve gümüş imtiyaz savaş madalyaları ile ödüllendirildi. 1915 yılında Miralay (Albay) rütbesine terfi etti. Romanya İbrail ile Filistin cephelerinde görev yaptı. 1. TBMM’de Mersin milletvekili olarak yer aldı. Kurtuluş Savaşı boyunca 12. Kolordu Komutanı olarak Konya Ayaklanmasının bastırılmasında, 1. Ve 2. İnönü Savaşlarında Sakarya Meydan Muharebesinde görev aldı. 1921 Mirliva (Tuğgeneral) rütbesine terfi etti ve Paşa oldu. Kurtuluş Savaşı’nın son yıllarında Uşak, Afyon, Alaşehir çevresindeki çarpışmalarda süvarileri büyük hizmet gördü. İzmir’e ilk giren süvari birliklerinin komutanı Fahrettin Altay idi. 10 Eylül 1922 tarihinde İzmir’de Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı karşıladı. Büyük Taarruzdaki başarıları nedeniyle Ferik (Tümgeneral ile Korgeneral arasındaki bir rütbe) rütbesine terfi ettirildi. Askerlik ve milletvekilliği birlikte yürütmesi mümkün olmayınca Mustafa Kemal Paşa’nın isteğine uyarak meclisten ayrıldı ve orduda kaldı.

 1926 yılında Orgeneral rütbesine terfi etti. 1928 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Afgan Kralı Emanullah Han ile eşi Kraliçe Süreyya’ya mihmandarlık etti. 1930 yılında Menemen Olayından sonra Menemen, Balıkesir, Manisa’da ilan edilen sıkıyönetim sırasında sıkıyönetim komutanlığına atandı. 1933 yılında 1. Ordu Komutanlığına atandı.1934 yılında İran ve Afganistan arasındaki sınır anlaşmazlığında hakemlik yaptı. 1938 yılında Atatürk için yapılan cenaze törenine komutan tayin edildi. 1945 yılında, Yüksek Askeri Şura üyeliği sırasında yaş haddinden emekliğe ayrıldı.1946-1950 yılları arasında CHP’den Burdur milletvekilliği yaptı. 1950’den sonra siyasi hayattan da çekilerek İstanbul’a yerleşti. 25 Ekim 1974’de uykuda iken hayatını kaybetti. Aşiyan Mezarlığı’na (İstanbul) defnedilen naaşı, 1988’de Ankara’daki Devlet Mezarlığı’na nakledildi. (https://tr.wikipedia.org//wiki/Fahrettin Altay,www.bilgiustam.com/fahrettin-altay)

 [79] Hafız Yaşar Okur; Atatürk’le On Beş Yıl Dini Hatıralar, s.9-23 (Kur’an’ın Türkçe tercümesi ilk olarak 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’da Yerebatan Camii’nde Hafız Yaşar Okur tarafından okundu. Bundan 8 gün sonra 30 Ocak 1932 tarihinde ise ilk Türkçe ezan, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii’nde, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kuran, tekbir ve kamet okundu. 18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti (Başkanlık) ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. https://tr.wikipedia.org/wiki/Türkçe ezan ile www.radikal.com.tr.yazarlar.) Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, s. 224-226.

 [80] Tekçe, İsmail Hakkı; Atatürk, Din ve Laiklik, “Benim Atam İman ve İnsanlık Abidesi idi.”, s. 141-143  (İsmail Hakkı Tekçe; 1892-1975. 1912 yılında Harp Okulundan Teğmen rütbesiyle mezun oldu. Çeşitli birliklerde görev yaptıktan sonra 3. Kafkas Tümeni’ne bağlı 8. Alay’da görev yaparken Şubat 1920 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın refakat subaylığına tayin edildi. TBMM’nin açılmasından 6 gün önce Ankara’ya gelerek Mustafa Kemal Paşa’nın emrine girdi. Refakat subayı olarak görev yaparken Mustafa Kemal Paşa’nın korumasının yetersizliğinden bahsederek Muhafız Takımı’nın kurulmasını teklif etti. 18 Temmuz 1920 tarihinde Muhafız Takımı kuruldu ve komutanlığına tayin edildi. 3 ay boyunca bu görevi yürüttü. Hemen sonra Muhafız Taburu komutan vekilliğine getirildi. Bu görevdeyken, birliği ile beraber Sakarya Meydan Muharebesi’ne katıldı. Savaştaki başarılarından ötürü Yüzbaşı rütbesine terfi etti. Bu görevi 1,5 yıl yürüttükten sonra asaleten Muhafız Tabur Komutanlığına getirildi. Bu görevi 1922-1927 yılları arasında yerine getirdikten sonra, 1927 yılında kurulan Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın komutan vekilliğine getirildi ve Binbaşı rütbesine terfi etti. Daha sonra da bu komutanlığa asaleten getirildi. Önce Yarbay rütbesine, daha sonra Albay rütbesine terfi etti. Bu görevlerde toplam 18 yıl görev yaptı. 1938 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatı ve İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra da bir süre görevini yürüttü. 1939 yılında görevinden alınarak çeşitli birliklerde görev yaptı.  1942 yılında Tuğgeneral, 1943 yılında da Tümgeneral rütbesine terfi etti. 1952 yılında emekli oldu. 1975 yılında İstanbul’da vefat etti. https://tr.wikipedia.org/wiki/İsmail Hakkı Tekçe)  ile Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, Ankara, 2005, s. 195

 [81] Ercüment Demirer; Din Toplum ve Kemal Atatürk, İstanbul 1969, s.9-13

 [82] Niyazi Ahmet Banoğlu; Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Cilt 2, İstanbul 1954, s. 21-22 (Asaf İlbay Anlatıyor; Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları, İstanbul, 1955,  s. 102-103), Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar; Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, Ankara, 2005, s. 198, 236-237, Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971,  s.206, Sadi Borak; Atatürk ve Din, İstanbul, Anıl Yay. 1962, s. 81-82, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din Ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s.61, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002, s. 26.

 [83] Necdet Refik Aktaş; Atatürk’ün Bağımsızlık Savaşı Nasıl Başladı? İstanbul 1973, s. 68-69, Atatürk’ün İslâm’a Bakışı; Belgeler ve Görüşler; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, 2005, s. 80-81, (Milli Mücadele Döneminde Atatürk ve Din Adamları, Dr. Recep Çelik), Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, s. 137.

 [84] Cemal Kutay; Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevi Mimarları, Ankara 1973, s. 281, Atatürk’ün İslam’a Bakışı; s. 81

 [85] Amasya Tamimi (21- 22 Haziran 1919); Ulusal egemenliğe dayanan, tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturan ilk kuruluş belgesidir. İlk kez ulusal egemenlikten bahsedilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın kendisinin hazırladığı Amasya Tamimini, 9. Ordu Müfettişi sıfatı ile imzalamıştır. Sivas’ta bir kongre toplanacağı, Amasya Genelgesinde belirtilmiştir. Esasları, Mustafa Kemal Paşa tarafından yaveri Cevap Abbas Bey’e 21-22 Haziran 1919 gecesi Amasya’da yazdırılmıştır. Temel esasları özetle şunlardır;

 1. Vatanın bütünlüğü milletin bağımsızlığı tehlikededir.

 2. İstanbul hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğunun gereğini yerine getirememektedir.

 3. Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

 4. Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını gür sesle cihana duyurmak için, her türlü baskı ve kontrolden uzak milli bir heyetin varlığı zaruridir.

 5. Anadolu’nun her bakımından en güvenilir yeri olan Sivas’ta hemen milli bir kongre toplanması kararlaştırılmıştır.

 6. Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olan en kısa zamanda yetişmek üzere yola çıkılması gerekmektedir.

 7. Her ihtimale karşı bu mesele milli bir sır olarak tutulmalı ve temsilciler gerektiği takdirde yolculuklarını kendilerini tanıtmadan yapmalıdırlar.

 8. Doğu illeri adına 10 Temmuz’da (1919) Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse Erzurum Kongresi’nin üyeleri de Sivas genel kongresine katılmak üzere hareket ederler.

 9. Askeri ve sivil teşkilatlar hiçbir suretle dağıtılmayacak, yönetimi başkalarına devredilmeyecek ve silahlar teslim edilmeyecektir.

 Bildiri, Erzurum’da 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir’e ve Cemal (Mersinli) Paşalara da sunuldu. Onların onayının alınmasından sonra, bildiri, 22 Haziran 1919’da ülkenin en batısından en doğusundaki tüm mülki ve askeri komutanlara telgrafla ulaştırılmıştır.

 Amasya genelgesinin sonuçları itibariyle;  Kurtuluş Savaşı’nın gerekçesi, amacı ve yöntemi belirlenmiştir. İstanbul Hükümeti ilk kez yok sayılmıştır. Türk Milleti, hem İstanbul’a hem de işgalci güçlere karşı mücadeleye çağrılmıştır. Kurtarıcı olarak görünen padişah, hilafet, manda ve himaye düşüncesinin yerini millet ve milliyetçilik düşüncesi almıştır. Direniş esasları ilk defa Amasya’da yazılı bir ilke haline getirilmiştir. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Amasya genelgesi) (www.sosyalbilgiler.gen.tr) (Nutuk; Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 21-22)

 [86] Erzurum Kongresi (23 Temmuz- 7 Ağustos 1919); 17 Haziran1919’da Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum şubesi tarafından toplanan Erzurum Kongresi’ne, Trabzon, Erzurum, Sivas, Bitlis ve Van’dan gelen 62 delege katılmış, 2 hafta süren kongrede alınan kararlar, Kurtuluş Mücadelesinde izlenen çizgide önemli ölçüde belirleyici olmuştur. Kongreyi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, yoklamanın ardından yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa kongre başkanlığına getirilmiştir. Aslında Kongre görüşmeleri 10 Temmuz 1919’da başlaması öngörülmüş ancak delegelerin bir bölümünün anılan tarihte Erzurum’a gelememelerinden dolayı ertelenerek, 23 Temmuz 1919 günü görüşmelere başlanmıştır.

 Erzurum Kongresinde alınan önemli kararları:

 1- Milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür, Birbirinden ayrılamaz.

 2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı ve Osmanlı Hükümeti’nin dağılması halinde, millet topyekûn kendini savunacak ve direnecektir.

 3- Vatanı korumayı ve istiklali elde etmeyi İstanbul Hükümeti sağlayamadığı takdirde, bu gayeyi gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu Hükümet üyeleri milli kongrece seçilecektir. Kongre toplanmamışsa bu seçimi Heyet-i Temsiliye yapacaktır. (Yani 23 Temmuz 1919’dan 23 Nisan 1920’ye kadar Anadolu’da geçerli olan hükümet)

 4- Kuva-yı Milliye’yi  (Milli kuvvetler, milli güçler) tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hâkim kılmak esastır.

 5- Hıristiyan azınlıklara siyasi hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.

 6- Manda ve himaye kabul olunamaz.

 7- Milli Meclisin derhal toplanmasını ve hükümet işlerinin Meclis tarafından kontrol edilmesini sağlamak için çalışılacaktır.

 8- Milli irade padişahı ve halifeyi kurtaracaktır.

 Manda ve himaye reddedilerek ilk kez ulusal bağımsızlığın koşulsuz olarak gerçekleştirilmesine karar verilmiştir. İlk kez milli sınırlardan bahsedilmiş ve Mondros Ateşkes Antlaşmasının (30 Ekim 1918) imzalandığı anda Türk vatanı olan toprakların parçalanamayacağı açıklanmıştır. İlk defa geçici bir hükümetin kurulacağından bahsedilmiştir.

 Erzurum Kongresi, Sivas Kongresine bir ön hazırlık çalışması niteliğindedir. İlk kez başkanlığını Mustafa Kemal’in yaptığı dokuz kişilik bir Temsil Heyeti oluşturuldu. Bu Temsil Heyeti bir hükümet gibi görev yağacaktır. (Temsil Heyeti’nin görevi, TBMM’nin açılmasına kadar devam edecektir.) Erzurum Kongresinin bir önemi de Batı Anadolu’da Yunan kuvvetlerine karşı mücadele eden Kuva-yı Milliye üzerinde büyük moral etkisi yaptı.  Erzurum Kongresi, Mustafa Kemal Paşa’nın sivil olarak görev aldığı ilk yerdir. Bölgesel bir kongredir.

 Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Kongresi ile ilgili olarak Nutuk’ta;

 “…Efendiler, biz Kongrede (Erzurum) özetlediğim bu kararları ve bu ilkeleri ortaya koymaya çalışırken, Sadrazam Ferit (Damat) Paşa’da basında bir takım demeçler yayınlıyordu. Bu demeçlere, Sadrazam’ın milleti jurnalı dense yeridir.23 Temmuz 1919 tarihli basın, dünyaya şunu ilan ediyordu; ‘Anadolu’da karışıklık çıktı. Kanunu-ı Esasi’ye (Anayasa) aykırı olarak Meclis-i Meb’usan adı altında toplantılar yapılıyor. Bu hareketin askeri ve sivil memurlar tarafından önlenmesi gerekir.” Demiştir. Mustafa Kemal Paşa; “Buna karşı gereken tedbirler alındı ve Meclis-i Meb’usan ’ın toplantıya çağrılması istendi” şeklinde ifade etmiş ayrıca; “Önemli kararlar alındığını (Erzurum Kongresinde), bütün dünyaya milletimizin varlık ve birliğinin gösterildiğini, tarihte, bu kongrenin ender görülen büyük bir eser olarak kaydedileceğini” belirtmiştir.

 Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta yaptığı ve yukardaki konuşmanın devamı olarak;

 “…Efendiler; tarih, itiraz edilemez bir şekilde ispatlamıştır ki, büyük davalarda başarı için sarsılmaz bir kabiliyet ve kudrete sahip bir önderin varlığı şarttır. Bütün devlet adamlarının ümitsizlik ve beceriksizlik içinde bütün milletin başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada, her vatanseverim diyen bin bir çeşit insanın, bin bir hareket ve görüş tarzı ortaya attığı ve her şeyin allak bullak olduğu bir dönemde… Güvenli ve karalı bir şekilde ve özellikle süratle yol almak ve en sonunda çok çetin olan hedefe ulaşmak mümkün müdür?

 Efendiler; millet, memleket, siyaset ve ordu yönetimi ile hiçbir ilgi ve ilişkileri bulunmamış, bu alanda başarıları görülmemiş ve denenmemiş olan gelişigüzel kimselerden söz gelişi Erzincanlı bir Nakşi Şeyhi ve Mutki’li bir aşiret reisi gibi zavallılardan da kurulması ihtimalden uzak olamayan herhangi bir temsilciler heyetine, söz konusu durum ve görev emanet edilebilir miydi? Edildiği takdirde, memleket ve milleti kurtaracağız dediğimiz zaman, milleti ve kendimizi aldatmış olmak gibi bir yanılgıya düşmeyecek miydik?” Demiştir.

 (https://tr.wikipedia.org/wiki/Erzurum Kongresi) (www.ataturk.net/mmuc/erzurum.html) (www.atam.gov.tr./nutuk/erzurum-kongresi-bildirisi-ve-karaları) (Nutuk; Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000, s. 45-49)

 [87] Mazhar Müfit Kansu; Erzurum’dan Ölümüne Kadar Mustafa Kemal ile Beraber, C.I, TTK Yayınları, Ankara 1988, s. 23.

 [88] Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919); Sivas Kongresinde alınan kararlar, daha önce gerçekleştirilen Erzurum Kongresi (23Temmuz-7 Ağustos 1919) kararlarını genişleterek tüm ulusu kapsar bir nitelik kazanmış ve yeni bir Türk Devleti’nin kuruluşuna temel olmuştur. Bu nedenle Sivas Kongresi’nin Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki önemi büyüktür. Kongrede doğu illeri adına delege olarak Erzurum Kongresi’nde seçilen Heyet-i Temsiliye (Temsil Kurulu) üyeleri bulunuyordu. Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen diğer temsilcilerin de katılımı sayesinde Sivas Kongresi, ulusal bir kongre niteliği kazandı. Kongreye katılanlardan bazıları ise: 9. Ordu Müfettişi (8 Temmuz 1919’da askerlikten ayrıldı) Mustafa Kemal Paşa, Em. Deniz subayı Hüseyin Rauf (Orbay), Bekir Sami (Kunduk), Tüccar Süleyman Bey, Din adamı-Şeyh Fevzi (Baysoy), Albay Refet (Bele), Emekli Albay Kara Vasıf, Tarihçi İsmail Hami (Danişmend), Emekli General İsmail Fazıl (Cebesoy), Öğretmen Mehmet Tevfik (Ergun), Vali Mazhar Müfit (Kansu), Mülkiyeli Hakkı Behiç (Bayiç), Çiftçi Yusuf Bahri (Tatlıoğlu),  Memur Osman Remzi (Öğüt)

 Sivas Kongresinde alınan önemli kararlar;

 1- Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz.

 2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet top yekûn kendisini savunacak ve direnecektir.

 3- İstanbul Hükümeti, harici bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır.

 4- Kuvay-ı Milliye’yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hâkim kılmak esastır.

 5- Manda ve himaye kabul edilemez.

 6- Milli iradeyi temsil etmek üzere, Meclis-i Mebusan’ın derhal toplanması mecburidir.

 7- Aynı gaye ile milli vicdandan doğan cemiyetler, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında genel bir teşkilat olarak birleştirilmiştir.

 8- Genel teşkilatı idare ve alınan kararları yürütmek için kongre tarafından Temsil Heyeti seçilmiştir. Nutuk; Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2000,s.61-62.  (https://tr.wikipedia.org/wiki/Sivas-Kongresi) (www.ataturk.net/mmuc/sivas.html)

 [89] Zübeyir Kars; Milli Mücadelede Kayseri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s. 57, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din Ve Din Adamları, s. 136-144.

 [90] Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, 2005, s. 100-101, https://tr.wikipedia.org//Ahmet Hulusi Efendi, Pamukkale.gov.tr/tr/Milli-Mücadele-Denizli, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 124-125, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Milli Mücadelede Din Adamları, I, Diyanet İşleri Başkalığı Yayınları, Ankara, 1997, s. 79.

 [91] Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, s. 125-126, ATASE Arş. Kl. : 425, D: 2, Fh: 31, İstanbul.indymedia.org/tr/comment/reply/131816.

 [92] Selahattin Tansel; Mondros’tan Mudanya’ya kadar; c. I, 1973, s. 187, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk Din ve Din Adamları; s. 128, www.hurriyet.com.tr.Haberler,  www.ahmetakyol.net/milli-mücadele-de-din-adamları.

 [93] Hâkimiyet-i Milliye, 5 Mayıs 1920, nr. 27; Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet, s. 305, www.golpazar.com/makale.hthm

 [94] www.golpazar.com/makale.html.

 [95] Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar; Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, Ankara, 2005, s. 128-129

 [96] Cemal Kutay; Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevi Mimarları, Diyanet İşleri Başkalığı Yayınları, Ankara 1973, s. 210, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Sin ve Din Adamları, s. 155-158, (ismailsukruefendi.kimdir.com), (https://tr.wikipedia.org/wiki/Hafız-İbrahim-Demiralay).

 [97] Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi; (D. 1869, Turhal / Tokat - Ö. 1954, Mısır), Müderris, Meclis-i Mebusan mebusu, Şeyhülislam, Çocukluğunda Pazar nahiyesinde Peşli Hoca’dan ders alarak eğitime başladı. Sonra Kayseri Medresesi’nde din eğitimi aldı. 1889 yılında Fatih Camii’nde (İstanbul) din dersleri vermeye başladı. Beşiktaş Asariye Cami imamlığı yaptı. 1900 ve 1904 yılları arasında II. Abdülhamid tarafından huzur derslerine alındı. İttihat ve Terakki Komitesince gerçekleştirilen Bab-ı Ali baskınından sonra birçok Hürriyet ve İtilaf Fırkası yöneticisi gibi Mustafa Sabri Efendi de yurt dışına Romanya’ya kaçmıştır. Sonra Romanya’dan Yunanistan’a geçti. Mustafa Sabri Efendi, 1916 Kasım’ında Bükreş’te tutuklanarak kendi isteği ile Enver Paşa’ya getirildi. Yargılanarak 5 yıl hüküm giydi. O zamanlar Bursa Vilayetine bağlı Bilecik Sancağında hapsedildi. Hoca 1918’deki affa kadar orada kaldı. 1918 yılında II. Meşrutiyet’ten sonra memleketi Tokat’tan Osmanlı Mebusan Meclisi’ne milletvekili seçildi. 20 Mayıs 1919’da İngiliz himayesini ve mandacılığı savunanlar arasındaydı. İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin (İngiliz dostları derneği) kurulmasına öncülük etti. Derneğin asıl ve gizli amacı; halkın yabancı işgaline ve kendisine yapılan zulüm, baskı ve haksızlığa isyan etmesini önlemek ve milli şuuru yok etmekti. Mustafa Sabri, kurucusu olduğu İslam Teali Cemiyeti tarafından 25 Eylül 1919 tarihinde yayınlanan bildiride, Kuva-yi Milliye’cilere, “Kudurmuş haydutlar” şeklinde hitap edilmiştir. Bu bildiri, dönemin İkdam gazetesinin 26 Eylül 1919 tarihli baskısında yer aldı. Ayrıca O günün Hükümeti tarafından (Damat Ferit ), Yunan mezalimi ’ne ve Fransız işgali ’ne karşı oluşan direnişi kırmak için yazılan bildirileri uçaklardan atılarak halka dağıtılmıştır. 8 Kasım 1919’da Ermeni techirinde Yozgat bölgesinde ihmali bulunduğu gerekçesi ile işgalci devletlerin baskısıyla yargılanan Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in idam kararına Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin fetva vermesi üzerine Kaymakam Kemal Bey idam edilmiştir. Daha sonra 14 Ekim 1922 tarihinde müstevli  (İstila eden) devletlerin baskısıyla idam edilen Kemal Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “Milli Şehit”  ilan edilmiştir. Sevr’i imzalayan hükümet döneminde Şeyhülislam olan Mustafa Sabri, Yıldız Sarayı’nda Vahdettin (Padişah) başkanlığında toplanan Meclis’i Ali’de, Sevr anlaşmasının kabul edilmesi yönünde görüş bildirenler arasındaydı. Türk Ordusunun bağımsızlık savaşını kazandığı 1922’de, Mustafa Sabri Efendi ailesini alarak İngilizlerin temin ettiği bir yük gemisiyle Mısır’a gitti. Milli Mücadele karşıtı olması nedeniyle ülkeye girişi yasaklandıYüz ellilikler listesinde yer aldı ve vatandaşlıktan çıkarıldı. 2 Mart 1954 tarihinde Mısır Kahire’de öldü. Şapka Kanunu’na, Medeni Kanun’un kabulüne, Harf Devrimi’ne, Halifeliğin kaldırılmasına, Kuran’ın Türkçeye tercüme edilmesine karşı çıkmıştır. Türk Milliyetçiliğine de karşı olmuş, Yunanistan’da çıkardığı Yarın Gazetesinde 1927 yılında yazdığı şiirde Türklüğe tövbe ettiğini, Türklükten istifa ettiğini söylemiştir. Mustafa Sabri Efendi, kadınların tek başına sokağa çıkmasına bile karşıydı. “ Benim elimden gelse Türkleri Arap yaparım, diğer Müslümanları da. Bunların vaktiyle Araplaşmadıklarına da çok eseflenirim. Arap dili, ne Türk diliyle ne de Çerkez diliyle kıyas kabul etmeyecek derecede üstünlüğe sahiptir.” Demiştir. Kendisi, Türkiye’deki Gümrük ve Tekel Bakanlığı ve Başbakanlık yapmış olan Suat Hayri Ürgüplü ’nün babasıydı. (Yarın Dergisi, 14 Nisan 1930) Soner Yalçın (www.hurriyet.com.tr/iste-unlu-İslamci-masonlar) (https:tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa Sabri Efendi)

 [98] Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; “Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin Milli Mücadele ve Atatürk İnkılapları Karşıtı Tutum ve Davranışları” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 39, s. 804-884.

 [99] Yücel Özkaya; “Ulusal Bağımsızlık Savaşı Boyunca Yararlı ve Zararlı Dernekler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 10, s. 179-180, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, s. 123.

 [100] Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; “Ulusal Bağımsızlık Savaşında Milli Varlığa Düşman Cemiyetlerden Teali-i İslam’ın Bir Bildirisi”, Tarih ve Toplum, Sayı: 102, s. 19-22.

 [101] Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 215

 [102] Hüseyin Atay; Kur’an’a Göre Araştırmalar, Ankara, 1963, I, 72

 [103] Ü. Günay – H. Güngör – V. Ecer; Lâiklik, Din ve Türkiye, Ankara 1997, Atatürk’ün İslam’a Bakışı; Atatürk Araştırma Merkezi, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mehmet Saray, Ali Tuna, Ankara 2005, s. 231

 [104] Henri Pena-Ruiz; Laiklik Nedir? Çev. Ümran Derkunt, İstanbul, Gendaş A. Ş. 2007, s. 28, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 95.

 [105] Neda Armaner; “Atatürk-Din ve Laiklik”, Atatürkçülük (İkinci kitap), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1983, s. 330,  Prof. Dr. Ali Koyuncu; s. 69.

 [106] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din Ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 99-102.

 [107] Prof. Dr. Ramazan Boyacıoğlu; “Beyanü’l – Hak’ta Ulema, Siyaset ve Medrese”, Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, II, Sivas 1998, II, s. 72, Atatürk’ün İslam’a Bakışı; s. 263.

 [108] Mehmed Şemseddin (Günaltay); Hurafattan Hakikate Hurafeler ve İslâm Gerçeği, Yayına Hazırlayan Ahmet Gökbel, İstanbul 1997.

 [109] Prof. Dr. Ramazan Boyacıoğlu; Atatürk, Bilim ve Din, Atatürk’ün İslâm’a Bakışı; s. 269.

 [110] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s.22-25.

 [111] Hanifi Özcan; Epistomolojik Açıdan İman, İst. 1999,

 [112] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 31

 [113] Sadi Borak; Atatürk ve Din, İstanbul, 1962,6, 68-9, 72-3.

 [114] Neda Armaner; “Atatürk ve Din” (10.11.1971’de A. Ü. İlâhiyat Fakültesi’nde yapılan konuşma metni), 2.

 [115] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 63-64

 [116] Turhan Olcaytu; Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk Ne Yaptı? Ajans Türk Basını ve Basım A.Ş. Ankara, 1998, s.192, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; s. 50.

 [117] Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; s. 52-59, İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1965, s. 33-35, Turhan Olcaytu; Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk Ne Yaptı? Ajans Türk Basını ve Basım A. Ş. Ankara, 1998, s. 206, Prof. Dr. Turhan Fevzioğlu; Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1999, s. 18-19, 26, https://tr.wikipedia.org/wiki/Tanzimat.

 [118] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; C.II, s. 142, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu; s. 59.

 [119] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı; Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2012, s. 70-73

 [120] www.izzettincopur.com.